• DOLAR 34.446
  • EURO 36.302
  • ALTIN 2836.87
  • ...

Yüz kişiye “Şehir, size neyi hatırlatıyor?” diye sorulsa herhâlde onların sekseni, “kalabalık, karmaşa, belirsizlik, israf, eğlence, günahkârlık, pahalılık” gibi bir cevap verecektir. Şehir böyle miydi?

Hayır! Şehir dönüştürüldü ve şehrin dönüştürülme öyküsü, adeta Hz. İsa aleyhisselam’ın viladet yıldönümü öyküsü gibidir. Hz. İsa, masumiyet ve özellikle zühdün simgesidir. Oysa onun viladet yıldönümü, “yılbaşı” adı altında günah ve özellikle israf gecesine dönüştürülmüştür. Geçmişin şehri de Yahudi uygarlığında işte böyle bir serüven yaşamıştır.

İslam, toplumsal dönüşüm anlamında bir şehirlileşme devrimidir. Vahalarda, köy ve kasabalarda yaşayanların, oralarda yaşamaya mahkûm edilenlerin şehre yönlendirilmesi ve şehirlileştirilmesi… Şehirde yaşayanların ise yeni bir şehir anlayışına yöneltilmesi, onların zihin dünyalarındaki şehir anlayışının baştanbaşa değiştirilmesi… Sanırım, İslam’dan önceki hiçbir değişim hareketi İslam kadar kırsal nüfusu şehre yönlendirmemiştir.

İslam, Bedevilik ve Bedevi zihniyetiyle uğraştı, onu dönüştürdü ve Bedeviyi şehirde yaşayabilecek bir zihne, bir yaşam anlayışına kavuşturdu. Kadim şehirlilerin şehir anlayışını ve şehirden beklentilerini de yeniden düzenledi.

Yesrib bir dönüşüm yaşadı, Medine oldu, misal oldu. Kûfe, Basra, Fustat o misal üzere kuruldu. Dımaşk (Şam), Diyarbakır (Amid), Buhara, Semerkant, Kurtuba, Granada ve daha nice şehir, o misal üzere dönüştürülüp ıslah edildi.  

İslamiyet’ten önce şehirler ya zalimdi ya günahkâr! Hayır, öyle de değildi: Hem zalim hem günahkârdı. İnsanlar, şehre yerleşince zulme ortak olurlar, zulmü seyrederler, zulümden kaçmak için şehri terk etmek zorunda kalırlardı.

İnsanlar, şehre günah için gelirler, şehirde günaha ortak olurlar, günaha malzeme olurlar ve onlardan bir kısmı da şehrin günahlarından korunmak için aksâlara (şehirden uzak noktalara) göçerdi. Zulümden korunmak için dağlara; günahlardan korunmak için izbe mağaralara sığınmak şarttı.

İslam’dan önce şehir denince akla zindanlar ve meyhaneler gelirdi. Şehirde asayiş; işkence ve eğlence ikilisi üzerinden sağlanırdı. Şehirde törensel ibadetgahlardaki buluşmalar dışında, halisane ibadet; izbe köşelerde, gözlerden uzak mahzenlerdeydi.

İslam; şehri şefkat, merhamet, ilim ve zikre kavuşturdu. İslam’la beraber yönetimde şefkat, merhamet; kendini yetiştirmede ve edepte ilim ve zikir şehrin merkezine yerleşti. Zulüm şehirden kaçtı, günah şehrin izbe noktalarında ya yer buldu ya bulamadı. Şehirler, artık zindanları değil, adaletleri, meyhaneleri değil, medrese ve dergahları ile anıldı.

İslam’ın şehrin kimliğinde yaşattığı bu dönüşümle birlikte aç kalan şehre sığındı, ilim ve zikir dergâhı arayan şehrin yolunu tuttu.

Şehirli nüfusu İslam’la birlikte yüzyıllardır görülmemiş bir şekilde büyüdü. Lâkin şamil İslâmî nizam, şehirde rastgeleye izin vermedi. Hiçbir nüfus hareketi şehrin düzenini alt üst etmedi. Şehrin anarşizm yurduna dönüşmesine yol açmadı.

İslam, şehri bir vahdet (birlik) şehridir, farklı olanların birlikte yaşadığı bir şehir… Orada ezan sesine çan sesi karışabilir ve orada zengin köşkü ile yoksulun fakirhanesi bir aradadır. Her kesim bir diğerini anlar ve birbirinin hayatını kolaylaştırmak için çalışır. Bunun için İslam şehrinin çarşıları cıvıl cıvıldır, rengarenktir. Orada eğlencenin sağlamadığı ve herkese açık bir çeşitlilik ve manevi keyif vardır.

Moğol istilası ve Endülüs’ün kaybı, İslam’ın yüzlerce şehrini yerle bir ederken o istila sonrası İslam şehirleri nispeten mütevazı kaldı. Sonra durgunluğa mahkûm oldu. Buna rağmen, İslam şehri huzurun yurdu olma niteliğini hep korudu.

BATI ŞEHRİ, KOLONİ ŞEHRİ VE “ULUSAL ŞEHİR”

Batı uygarlığı, doğuş süreci vakaları ve sanayileşme karşısında şehrinin fiziksel yapısını korumakta kararlı davrandı. Ama Batı şehri, fiziksel olarak büyürken manevi yanını tamamen yitirdi. İbadethaneler, art arda kapandı ve bir kısmı meyhanelere dönüştü.

Bugün için Batı şehri, çalışma hayatı yanıyla “feodal kırsal”dır; modernliği açısından ise koca bir meyhane gibidir. “Feodal kırsal” diyorum. Çünkü Batı şehri, çalışma hayatı açısından geçmişin feodal kırsalında olduğu gibi sömürü ve iş alanıdır. Şehrin modernliği kendisini tüketim ve eğlence mekânları ile gösterir.  

Geçmişin dünyasında sadece üst sınıf müsrifçe eğlenirken modern Batı’da eğlence kamuya yayılmıştır ve şehir, adeta yoğun çalışma hayatı içinde eğlenmenin icrası için dönüştürülmüştür. Zira eğlence, tüketim mekanizması içinde, parasal döngüyü sağlayan en önemli araçlardan biridir.  

Batı’da ideal birey, haftanın altı günü çalışıp bir günü eğlenen bireydir. Sistemin tepesinde emek için ücret belirleyen ve ardından o ücreti eğlence mekânlarında geri alan çoğu Yahudi sermayedar vardır. Parasal döngü öylesine muazzam bir hilekârlıkla işler ki emek sahibi, bu sömürüyü artık fark bile etmez.

Bu, Batı’nın merkez şehridir. Onun bir de sömürgelerinde “koloni şehirleri” vardır. Koloni şehrinin merkezi, bir Avrupa merkez şehrini andırır. Orada sömürgenin temsilcileri tamı tamına Avrupai bir hayat kurmuşlardır. Orası, alınan üst önlemlerle bir güven ve huzur adasıdır! Buna karşı o merkezin çevresinde on binlerin, yüz binlerin, nihayetinde milyonların oturduğu barakalardan ve basit yapılardan oluşan bir “yerli çevre” bulunur. Gecekondu semti bile değil, bataklık…

Merkez, ne kadar düzenli ve dingin ise çevre, o kadar karmaşık ve kalabalık. Bu “planlanmış” karmaşıklık ve kalabalığa, sömürgenin devamından yana pek çok işlev yüklenmiştir. Sömürge temsilcileri ona bakarak yerlilerden üstün olduklarını akılda tutar (!) ve onlara öyle davranır.

Sömürgenin yerlileri de muntazam merkez ile karmaşık çevreyi karşılaştırarak sömürgeciye karşı kompleksi özümser, korur; sömürgecinin kendisinden üstün olduğunu bilerek davranır(!).  

Karmaşık çevre; düzensizliğin, çok sesliliğin ve darlığın getirdiği çatışmalara sürüklendikçe sömürgecilere sığınır. Böylece çevredeki her asayişsizlik, koloni merkezinin güçlenmesini ve sömürgenin idamesini sağlar. Koloni şehirlerinin yaygın öyküsü budur.

İslam dünyası ise belli yerler dışında uzun süreli sömürge süreci yaşamadı. Batı, koloni şehirlerini İslam dünyasında koloni şehirleri kuramadı. Ama I. Dünya ve II. Dünya Savaşları sonrasında İslam dünyasında kurulan “ulus devletler”in “ulusal şehri” koloni anlayışı üzerinden yol almıştır.

“Ulusal şehir”, bir Batı şehri gibi değil, bir koloni şehri gibi varlık bulmuş ve ona benzemiştir. Bu tür şehirlerin prototipi ise herhalde Cumhuriyet Dönemi Türkiye’si şehri, daha doğru bir ifadeyle “Kemalist şehir”dir.

Kemalist şehrin merkezinde oldukça muntazam bir Cumhuriyet Meydanı ve onun iki yanında uzanan Cumhuriyet Caddesi yer alır. Meydanı; hükümet konağı, bir polis ve jandarma karakolu, bir hastane, ilkokul, ortaokul ve lise çevreler. Bu kurumlar hep birlikte gayet düzenli bir şehir çekirdeği oluşturur. Oysa o çekirdeğin bir sıra ardındaki kadim İslam şehri, ihmallerle gözden düşmüş, izbe slumlara dönüşmüştür. Bu slumların ötesini ise göç dalgalarıyla oluşan gecekondu semtleri sarmıştır.

Siz, kadim İslam şehrinin slumlaşması gibi, şehrin etrafındaki gecekondulaşmayı da bir acziyet neticesi olarak düşünürsünüz. Oysa başta Kemal Karpat olmak üzere Cumhuriyetin “kent” sosyologlarını okuduğumuzda gecekondulaşmanın Cumhuriyet Dönemi’nin bir sosyal dönüşüm politikası olabileceğini anlıyoruz.

Batılılaşma politikalarının eseri olan bu üç katmanlı karmaşık şehir, “üst politikalar” bağlamında her şeyden önce ulusal yönetime Batılılar nezdinde bir koruma sağlar. Zira Batılı, eski Ankara Havalimanı yolu üzeri misali o sefil yapılaşmayı gördükçe ulusal yönetimin Batı’yla aynı gelişmişlik düzeyine ulaşma hedefinde olmadığını bizzat görür. Dolasıyla gereksiz bir ürküntüye kapılmaz. Batı, “çağdaş uygarlığa ulaşma” politikalarının “çağdaş uygarlık izinde/ardında yürüme” mahiyetinde kaldığını gördükçe sakinleşir ve ulusal yönetimin işlerini zorlaştırmaz. Zira ulusal yönetim haddini bilmiş, sınıfında kalmıştır.

Öte yandan ulusal yönetimin üst politikaları bilmeyen yeni kuşak okumuşları, Batılılaşma ürünü bu karmaşık şehirle Batı şehrini karşılaştırdıkça “Müslüman şehri nerede, Batı şehri nerede?” diyerek Batı hayranlığını özümser, içselleştirir.

Halka gelince, halk; mutlaka bir heykelle imzalanmış Cumhuriyet Meydanındaki düzenle gecekondu semtleri arasındaki ikiliğe bakarak yeni düzene ikna olur. Cumhuriyet Meydanı’ndaki düzen ve görünüm, ona Cumhuriyetin getirdiği huzur ve refahı; gecekondu semtlerindeki karmaşıklık ve sefalet ise Cumhuriyet öncesi Anadolu’daki nizamsızlık ve yokluğu anlatır! Zihni o yönde bir tasavvura sevk edilmiştir ve bu şehir manzarası, o tasavvurun doğruluğuna onu inandıran baş anlatıcılar arasındadır.  

Öte yandan gecekondu semtleri, memleketinden kopup gelen Anadolulunun, Türkmen Yörüğünün, Kürt ağasının, Laz ustasının gururunun kırılıp ehilleştiği ve hane halkının onun kontrolünü aşıp ondan özgürleştiği (!) alandır aynı zamanda.  

Bunların yanında gecekondu semtini kasıp kavuran mafya ve daha sonra sağ-sol örgütlenmeler, hayatı çekilmez hale getirdikçe halk, devletin kapısına gider; Osmanlı özlemini bir kenara atar, “Bir devletim olsun da nasıl olursa olsun!” hizasına gelir, nizamın en sadık savunucusu hatta fedaisi oluverir.  

1950’li yıllardan itibaren Sağ hükümetlerin içinde yer alabilmiş pek çok vicdan sahibi, bu planlanmış karmaşıklıktan, şehrin geleceğine de el koyan, bu pek pahalı hizaya getirme yönteminden mustarip olmuş, onu aşmaya çalışmış, lâkin çok az şey yapabilmiştir.

Sağ hükümetlerin genel olarak ideolojisizliği, ideallerini muğlaklaştırmış, pratikten uzaklaştırmış hatta onları kimi zaman ıslah etmek isterken daha da karmaşıklaştıracak politikalara sürüklemiştir.

Bu bağlamda 1990 sonrasında doğu illerinden batı illerine yaşanan göç ve 2010’lu yıllarda Suriye’den Türkiye’ye yaşanan göçün şehre yansımalarının yönetim tarzına da Kemalist anlayış hâkim olmuştur. Her iki göç de aynen Türkiye’nin ilk şehirleşme sürecindeki göçlerde olduğu gibi, gelişigüzelliğe bırakıldığından şehrin yükünü ağırlaştırmış; şehirde yaşamı daha da zorlaştırmıştır.

Üstelik Batıcı “aydınlar”, Kemalist şehre bakarken “Ne olacak işte, Müslüman şehri! Batı’da şehir böyle mi? Kemalist politikalar doğru uygulansaydı böyle mi olurduk?” deme modundan bir milim uzaklaşmış değiller. Hâlâ bunun üzerinden medeniyet günlerine karşı tiksinti, uygarlık günlerine yönelik sevda oluşturma yolundalar.

Şehirler, yakın bir döneme kadar polis, mafya ve eğlence hayatıyla anılırdı. Bugün polis ve mafya ile değil ama hâlâ karmaşıklık, pahalılık ve günahlarla anılıyor.

İslam şehrine yerleşmek arınmayı hedeflerken bugün şehirlilik kirlenmişlikle anılıyor. Dingin bir yaşam arayan, şehirden kaçıyor. Şehirde eğlence mekânları ana merkezlerde, simgesel camiler dışında halisane ilim ve zikir halkaları ise izbe noktalarda.   

Diğer yanıyla şehir, tamamen sınıfsallaşmış, ayrışmış; tüketim gücü kişilerin şehir içindeki mekânını belirler olmuştur. Böyle bir şehir huzur vermek bir yana iradeyi bastırıyor, tüketiyor, öldürüyor. Bu düzen adına bastırıp sindiren şehir; İnsanı, alamet-i farikasından bile yoksun bırakıyor.

MÜSLÜMAN ŞEHRİNİ YENİDEN KURMAK

Geleceğin şehrini kurmak isteyenler, bu geçmişi bilmek ve mevcut karmaşıklığı aşacak bir medeniyet tasavvuruna sahip olmalı.  

Mesele şehirleri karmaşıklıktan düzene, huzursuzluktan dinginliğe, ayrışıklıktan birliğe yeniden kavuşturmak; şehirlerin günahla değil, ilim ve zikirle anılmasını sağlayacak, şehirleri yeniden arınma merkezine dönüştürecek projeler geliştirmektir.

Sağ/muhafazakâr siyaset bunun çok uzağında. Onun aldığı önlemler, uyguladığı politikalar, nihayetinde şehri bir çalışma ve eğlenme alanı hâline getirmekte, ibadet mekânları bu alan içinde simgesel bir yapı olarak görünmektedir. Bu, Batılılaşmayı sürdürmekten yana bir eğilimdir. Batılılaşmanın farklı bir tarzıdır.

Buna karşı “Müslüman şehri” özlemi, zihinlerde canlandırılmalı ve o özlenen şehrin sağ/muhafazakâr siyasetin planladığı şehirden farkı ortaya serilmelidir. İlim ve zikir, şehrin merkezine oturmalı, isyan ve günahkârlık şehrin manzarasından silinmelidir.

Herkesin huzur içinde yaşadığı, huzur içinde çalıştığı ve huzur içinde bir geleceğe doğru yol aldığı ama huzurun ona Ümmetsel ve evrensel sorumluluklarını unutturmadığı şuurlu refah şehirleri, alim şehirler, zâkir şehirler…  

“Müslüman şehri”, öyle bir şehirdir işte. Orada plansızlık, karmaşıklık, kayırmacılık, sınıfçılık yoktur. Orada huzur vardır ve o huzur, sorumlulukların anlaşılmasına ve yaşatılmasına vesiledir. İrade orada uyanır, büyür ve önderleşir.  

Bu şehri kurmak, bir ihya mücadelesidir, bir “sivil” cihaddır. Bunun önüne küresel siyaset, ona bağlı “ulusal yapılar” ve çıkar grupları çıkacaktır. Onları sabırla aşmayı bilmek ve nihayetinde herkesin menfaatine olan, birlikte yaşamanın mutluluğa vesile olduğu irade şehrine, birlik şehrine, medeniyet şehrine ulaşmak gerek.

Bunu başarmak İslâmî mücadelenin bir yanı değil, kendisidir; kendisinin gövde mahiyetinde bir aşamasıdır.