Bir Alim Ne Yapabilir: Güney Afrika?
Güney Afrika Cumhuriyeti, siyonistlere karşı hiçbir ülkenin yapmadığını yaptı; küresel siyonizm ve işbirlikçilerini aşarak israilin vahşetini Uluslararası Adalet Divanı’na götürdü.
Dava, Adalet Divanı tarafından kabul edildi ve israili yargılama süreci 12 Ocak Cuma gününde başladı. Sonucu ne olursa olsun, bu yargılama çok önemli. Mahkeme, tehditler altında, insanlığın vicdanını yaralayan bir tavır alsa da israil, dünya toplumlarının vicdanlarında idama mahkumdur.
Gazze’de İslâmî bir mücadele var ve Güney Afrika, Müslüman olmayan bir ülke. Bunun için, meseleye yüzeysel bakanlar ya da İslam’a ve Müslümanlara ön yargılı yaklaşanlar, alışıldık yorumlar yaptılar; İslamsız bir insanlık vicdanının yüceliğinden söz ettiler.
Bu çevreler, Müslümanlarla ilgili her meseleyi, ilk bakışta Müslümanlara, hakikatte İslam’a karşı kullanmaya ayarlılar. O hâl üzere Güney Afrika’nın olumlu tutumundan da İslam’ı ve Müslümanları tahkir etme yoluna gittiler.
Müslümanların sorunlarından dolayı Müslümanları tahkir etmek, tarihî bir marazdır. Bu maraz, bir kalbe yerleştiğinde artık onun bütün eleştiri okları Müslümanlara yönelir. Bu maraza kapılmış pek çok kişi, aslında samimidir lâkin attığı okların nereye düştüğünü bilmeyecek kadar cahil veya romantiktir. Cehaleti onu aldatmış veya heyecanı aklına galip gelmiştir. Bir kısmının ise marazının tarihsel kökleri vardır. O köklerle iletişime geçtikten sonra artık eleştiri okları Müslümanlara yönelmiştir. Bağlandığı köklerin ve kendisinin İslam’a zarar verip vermediği umurunda bile değildir. “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.” (Yasin-i Şerif, 10)
GÜNEY AFRİKA, İSLAM’A UZAK MI?
Afrika’nın en güneyinde yer aldığı için Güney Afrika denen ülke, zannedildiği gibi İslam’a uzak değil. İslam’ın bu ülkedeki geçmişi ta Miladi 17. yüzyıla dayanıyor. Bilindiği kadarıyla ilk kez 1654’te Hollandalılar, Malay adalarında tutukladıkları Müslümanları buraya getirdiler. Onlardan Şeyh Yusuf, büyük bir mücahiddi. Güney Afrika’da bir mahkûm olarak bulunduğu hâlde yanındaki dokuz Müslümanla birlikte İslam’ın Güney Afrika’ya yerleşmesini sağladı. Şeyh Yusuf vefat edince oraya gömüldü ve türbesi, Güney Afrika’ya bir İslam mührü olarak vuruldu.
Müslümanların en büyük sorunu, mahkûm olarak getirilmekle sadece erkeklerden oluşmalarıydı. Müslümanlar, bu engeli Siyahi kadınlarla evlenerek aştılar. Yokluk ve hastalık onların artan sayılarını zaman zaman neredeyse üçte bir oranında azaltsa da mahkûm olarak geldikleri bir ülkede mevzilerini güçlendirmeye devam ettiler.
Güney Afrika’nın yönetimi, 19. yüzyılın başında Hollandalılardan İngilizlere geçti. Müslümanlar, bundan istifade ederek 1804’te açıktan ve izinsiz ibadet etme izni alabildiler.
1822’de ülkenin başkenti Cape Town’da çoğu Malay asıllı üç bin Müslümanın var olduğu biliniyor. 1843’te bu nüfus yedi bin sekiz yüz otuz olarak belirlenmiş. Ama gerçek rakamlar, bundan çok daha büyük olsa gerek. Nihayetinde Müslüman nüfusu artınca kurum açma ihtiyacı da arttı ve 1850’de ilk resmî İslâmî okul ve cami açıldı.
Lâkin resmi tarihe bakılırsa Müslüman nüfusu arttıkça Müslümanların sorunları da artmıştır. Zira ülkede Müslümanlara kılavuzluk edecek bir alim yoktur. Müslümanlar, bir cemaat olmaktan öte, bir kitle idiler. İlgili haberlere göre aralarında bidatler artmış, cahiller “imam” diye öne çıkmışlardı. Bu hâl üzere niteliklerini kaybeden Müslümanlar, aralarında ihtilafa düştükleri gibi, adli vakalara da karışmış ve İngiliz yönetimi için bile sorun teşkil etmişlerdi. Bundan dolayı İngiliz yönetimi, o sırada Osmanlılarla iyi ilişkilerine binaen Sultan Abdulaziz’den Güney Afrika Müslümanlarına “imam” olacak bir alim talep etti.
GÜNEY AFRİKA’DA BİR ALİM: EBUBEKİR EFENDİ
Ebubekir Efendi, aslen Kürt ulemanın önemli bir kısmının menşe yurdu Şehrezûr’dandır hatta daha sonra o bölgeye ismini veren Emîr Süleyman’ın soyundandır. Bölgede yerleşik Hoşnaw aşiretinden ulema bir aileye mensuptur.
Aşiretin Ebubekir Efendi’nin ailesinin de mensup olduğu kolu, kıtlıktan dolayı Erzurum çevresine göç etmiş, Ebubekir Efendi de Erzurum’a gelmiş ve ardından aşiretin iktisadi zorluklarını bildirmek üzere İstanbul’a geçmiştir. Müzakereleri sırasında yeteneği ile dikkati çekmiş ve Sultan Abdülaziz tarafından yanına Ömer Lütfi adında biri de verilerek 1862’de Güney Afrika’ya gönderilmiştir.
Ebubekir Efendi, Güney Afrika’ya varır varmaz, kendisinden önce bu tür bölgelere yerleşen Kürt ulemanın birleştirici ve madde ile manayı buluşturucu rolünü orada ikame etmiştir.
Kürt ulema, geçmişten beri Müslümanların birliğine önem vermiş, Kürtlüğün rolünü farklı Müslüman kesimler arasında bir harç gibi düşünmüştür. Bu bir yanıyla özveri olmakla birlikte aynı zamanda Kürt ulemaya dünyanın her yerinde Müslümanların ihtiyaç duymasına ve Kürt ulemanın kolayca benimsenip önder edilmesine vesile olmuştur.
Öte yandan Kürt ulema, 1828’de vefat eden ve Ebubekir Efendi’nin hemşehrisi olan Şeyh Halid’den sonra, yapısal olarak hem dini hem siyasi önderdir.
Osmanlı, 19. Yüzyılda, hâlâ Müslümanların baş devletidir ve Osmanlı Sultanı aynı zamanda Müslümanların halifesidir. Ama Fransız İhtilali’nin etkisiyle üniter bir ulus devleti olmaya meyletmiştir. Daha önce başkent İstanbul’da vazife alacak Kürt ulemaya Şafiî mezhebinden Hanefi mezhebine geçme şartı koşarken bu kez dışarıda görev yapacak bir alime, üstelik gideceği yerin sosyolojisine aykırı olarak Hanefi olma şartı getirmiştir.
Yüksek bir şuura sahip olduğu anlaşılan Ebubekir Efendi, Kürt ulemanın maslahatı gözetme bilinciyle tamamen uyumlu olarak bu şartı da kabul etmiş, anlaşıldığı kadarıyla bireysel olarak Şafiî kalmakla birlikte hizmetlerini Hanefi mezhebi üzerine yapmıştır. Üst perdede ise Müslümanlar arasında taassuba karşı mücadele etmiş, farkların tefrikaya yol açmaması için gayret göstermiştir.
Çalışma tarzına gelince Ebubekir Efendi, Güney Afrika’nın başkenti Cape Town ve çevresinde Şeyh Halid’in sistematize ettiği bereketli ihya tarzını Güney Afrika’ya uyarlamıştır. Bu doğrultuda kısa sürede Flemenkçe ve İngilizce öğrenerek bir yandan halka mürşitlik yapmış, öte yandan bir medrese kurarak geleceğin önderlerini yetiştirmiştir.
Ebubekir Efendi, bir kısmı Hanefilerle evlenmenin caiz olup olmadığını tartışacak kadar mutaassıp olan Şafiî Malay Müslümanlarının tepkisiyle karşılaşmış; böylece gittiği bölgenin sosyolojisi ile kendisine bu yolu açan Osmanlı arasında sıkışmış ama bu sıkışmışlıktan da çıkmayı başarmıştır. Kendisinin hâlâ Şafiî olduğuna yemin etmiş, bununla beraber hizmetini Hanefi mezhebi üzere yapmaya da devam etmiştir. Nihayetinde altı yıl gibi bir süre sonra her tarafa imam olarak göndereceği kadar talebe yetiştirmiş, talebeleri de sosyolojinin tepkisine rağmen sabırlı davranarak hedefe odaklanmışlardır.
Gerek Ebubekir Efendi’nin hizmetleri gerek ona tepki gösteren diğer Müslüman kesimlerin onunla yarışmaları kısa sürede Müslümanların niteliğini yükseltmiş, Müslümanlar, onun Güney Afrika’ya yerleşmesinden sonra ülkenin önderleri arasında yer alıp özgürlük lokomotifi olmaya başlamışlardır.
Ülke, 1926’da Hertzog tarafından bağımsızlaştırıldığında “apartheid (ırk ayrımı)” olarak ifade edilen açık ırkçı politikalara yöneldi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra apartheid politikası daha da keskinleşti. Böylece nüfusları yüzde on civarında olan Beyaz Afrikaaner ırkı, ülkenin sahibi olarak belirlenmiş, melezler ve Siyahiler ise ikinci ve üçüncü sınıf olarak dışlanmıştır. Afrikaaner ırkı, Hollanda, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan gelen sömürgeci Avrupalıların karışımından oluşan ve kendilerine has bir Hollanda dili Flemenkçe ile konuşan yapay bir ırktır, ortak özellikleri Avrupalı ve Beyaz olmalarıdır.
Müslümanların çoğu melezdi ve Siyahilere göre nispeten daha çok hakka sahiptiler. Buna rağmen onlar, ırkçı politikanın karşısında yer aldılar. Beyaz zalimlerle oturup ekmeklerini yiyeceklerine, yoksul Siyahilerle omuz omuza verdiler. Siyahilerin 1912’de kurulmasına rağmen etkisiz Afrika Milli Kongresi Partisini (ANC) ırkçılığa karşı direnişe geçmeye teşvik ettiler.
Ne var ki Siyahiler ve Müslümanlar direndikçe kendilerini işkence ve zindanlarda buldular. İşkence uzmanları ise Güney Afrika’nın en yakın dostları arasında yer alan israil’den geliyordu. israil, işkenceyi “sorgu teknikleri” adı altında bir sermayeye dönüştürmüş, dünyanın bir yanı gibi Güney Afrika’ya da satıyor, buna karşı Güney Afrika’dan para aldığı gibi ona işkence aletleri ve silah da satıyordu.
Zamanla bütün dünya Güney Afrika’nın “medeniyet” kisvesindeki vahşetini kınarken ABD, İngiltere ve israil, en büyük destekçileri olarak kaldılar. Bu yönde BM’nin aldığı hiçbir kararı da aynen bugün olduğu gibi tanımadılar.
NELSON MANDELA VE MÜSLÜMANLAR
Güney Afrika’nın efsanevi önderi, Nelson Mandela’nın yolu da işkenceler ve zindanlarda Müslümanlarla kesişti. 1962’de tutuklanıp ömür boyu hapse çarpıtılan Mandela, oralarda tanıdığı Müslümanlara hayran kaldı. Yirmi yedi yıl sonra 1990’da hapisten çıktı. 1994’te apartheid yönetimi yıkılıp da Güney Afrika’ya cumhurbaşkanı olduğunda Müslümanlara şükranlarını beyan etti ve nüfusları ülkenin yüzde biri civarında olmasına rağmen onları devletin ortağı yaptı, Müslümanlara genel kazanımlar dışında bir bakan yardımcılığı da verdi. 2000 yılında ölünceye kadar Müslümanlarla dostluğunu dile getirdi. Müslümanların topluca bayram kutladıkları alanlara gidip onların ülkenin asli unsuru olduğunu vurguladı.
Filistin mücadelesi ilk günden, mazlum halklara ilham kaynağı olmuştur. Mandela, israilli işkencecileri unutmadığı gibi Filistin mücadelesinden ilham aldığını da unutmadı, kendisini israil’den uzak tuttu ve Filistin mücadelesini destekledi.
MANDELA’NIN MÜSLÜMAN TORUNU
Güney Afrika Siyahileri kabilelerden oluşur, Mandela de bir kabile reisi idi. Ölünce yerine oğlu, onun da 2005’te ölmesiyle kabilenin başına torun Mandla Mandela geçti ve 2009’da parlamenter oldu.
Torun Mandela, belki dedesinin Müslümanlara duyduğu muhabbetin semeresi olarak Müslüman oldu ve 2016’da Rabia Clarke adlı bir Müslüman kadınla evlendi. Kabilesindeki rakipleri başta, onun liderliğini tartıştılarsa da dedesinin hatırasına saygı duyarak ve onun karizmatik liderliğini bağlanarak durumu kabullendiler.
Torun Mandela’nın Müslüman olmasıyla Güney Afrika Müslümanları, ülkenin kuruluş tarihine başka bir yönden katılmakla kalmadılar, aynı zamanda güçlü bir lidere de kavuştular. İslam’ın yayılışı da Güney Afrika’da Siyahiler arasında yeni bir ivme kazandı.
Torun Mandela, İslam’ı seçtikten sonra ülkenin israille kalan ilişkilerini eleştirdi ve Filistin mücadelesine evrensel bir boyut kazandırmak için kolları sıvadı. Henüz 2018’de konumunu Filistin mücadelesi lehine değerlendirerek en-Nakba olarak adlandırılan büyük felaketin (Filistinlilerin yerlerinden edilmesinin) 70. Yılı programları çerçevesinde ABD’de bir tura çıktı. "Yerleşimci-sömürgeci Siyonist teröre karşı Filistin direnişinin 70 yılı" başlıklı programda pek çok şehirde konuşmalar yaptı, siyonistler tarafından Antisemitist ve terör yanlısı ilan edildi, bazı üniversiteler programını iptal etti. Ama o yorulmadı, program için yeni yerler bularak Siyahilerin desteğiyle konuşmaya devam etti.
Torun Mandela, bir konuşmalarında,
1.Filistin mücadelesinin Güney Afrika mücadelesine ilham kaynağı olduğunu vurguladı.
2.Filistin mücadelesinin siyonistlerin küresel hegemonyasına karşı bir insanlık onuru mücadelesi olduğunu, dolayısıyla küresel desteği hak ettiğini anlattı.
Böylece Filistin mücadelesinde bugün gördüğümüz evrenselleşme boyutuna tarihi bir katkı sağladı.
Torun Mandela’nın, bu konuşmalarda “savaş köpekleri, savaş makinesi” gibi ifadelerle siyonistleri Nazilere benzeten ifadeler kullanması siyonistleri çileden çıkarttı ve Yahudi düşmanı olarak ilan edilmesine yol açtı. Ama yılmadı, Aksa Tufanı’ndan sonra, Filistin lehine büyük gösteriler düzenledi ve Güney Afrika’nın Filistin’in yanında yer almasında muhtemelen önemli bir rol oynadı.
Torun Mandela, 14 Ocak Pazar günü İstanbul’da düzenlenen bir programa elektronik ortamda katıldı ve Filistin mücadelesine desteğini bir kez daha tarihi sözlerle dile getirdi:
“Filistin’in özgürlüğünü insan haklarının en temel maddesi olarak görüyoruz. Özgür Filistin bu çağın hedefidir, bunun için çalışıyoruz!”
Şu veciz ifadeye bakın: “Özgür Filistin bu çağın hedefidir! Onun için çalışıyoruz!”
Torun Mandela’yı dinleyince insanın içinden, 144 yıl önce, 1880’de vefat eden Ebubekir Efendi’ye seslenip “Kalk, ey alim eserinle iftihar et!” diyesi geliyor.
Bu neticeye bakınca bir insan ve bir alim, dilerse neler başarabilir? Onu siz söyleyin!