• DOLAR 34.447
  • EURO 36.303
  • ALTIN 2837.002
  • ...

Duhok İslâmî İlimler Fakültesinin girişine asılan Mescid-i Aksâ posterinin üzerinde şu ifade yazılıymış: “Hz. Ömer fethetti; Selâhaddin özgürleştirdi, şimdi kim kurtaracak?”

Kudüs’ün hâlihazırdaki üçüncü kurtuluş mücadelesi, XIX. Yüzyılda Siyonist stratejinin oluşmasıyla başladı.

Mücadelenin ilk safhasını Osmanlı Devleti nezdinde Sultan Abdülhamid Han’ın Filistin topraklarının Yahudilere satılmasını engelleme çabası oluşturur.

İkinci safhada, Filistin idaresinde Kudüs Müftüsü Şeyh Emin el-Hüseynî’nin Müslümanların dikkatini Filistin’e çekme gayretleri öne çıkar.

Üçüncü safhada ise tarikat önderi ve alim Şeyh İzzeddin el-Kassam’ın İngiliz mandasının Filistin’i Yahudiler için yurt yapma girişimine karşı silahlı mücadelesi belleklerde iz bırakır.

Sultan Abdülhamid, Müslümanların halifesidir; Emin el-Hüseyni müftü, İzzeddin el-Kassam şeyhtir. Dolayısıyla Filistin mücadelesi, İslâmî bir söylemle başlamıştır. Bu söylem; Kudüs’ün mübarek bir belde olduğu; Mescid-i Aksâ’nın da Müslümanların ilk kıblesi ve en mukaddes üç mescidinden biri olarak İslam’ın şiarları arasında yer aldığı esasına dayanır.

Sultan Abdülhamid Han, bu mahiyette Filistin’e yönelik Yahudi göçü Aliyah’ın önünde durmaya çalışır. Emin el-Hüseynî, Osmanlının ardından ulus devlet çağında Filistin’in devletleşmesi için mücadele eder. İzzeddin el-Kassam ise Filistinlilerin yurtlarından edilmesini ifade eden en-Nakba’ya karşı durur ve Filistin’de bir İslam devletinin kurulması için çalışır.

Bu safha Filistin içinde İzzeddin el-Kassam’ın 1935’te İngilizler tarafından şehid edilmesi ile son bulur.  Filistin dışında ise ona paralel ve ondan sonra İhvan-ı Müslimin önderi İmam Hasan el-Benna’nın Filistin davasını Araplara ve Müslümanlara anlatma çabaları öne çıkar. El-Benna, özellikle Arap Birliği’nin oluşmasına bu yönde öncülük eder. Lâkin kendisi de 1949’da bir suikastla şehid edilir.

Neredeyse üç çeyrek yüzyıla yayılan bu mücadele safhasının ortalarında Filistin için bambaşka bir mücadele tarzı üretilir: Filistin Komünist Partisi.

1923’te kurulan partinin görünüşteki hedefi, Sovyet Rusya’nın kurucusu Viladimir Lenin’in enternasyonal hedeflerle kurduğu Komintern’in Filistin şubesi olarak Sosyalist bir Filistin devleti kurmaktır.

Parti, yine görünüşte Siyonizm karşıtı yerli Yahudilerle Arapların müşterek kuruluşu olarak Filistin davasını din bağlamından seküler bağlama taşımayı hedefliyordu. Filistin’in kurtuluşu için Arap ve Yahudilerin ortak partisi olma iddiasını taşıyordu. Yönetimi böyle şekillenmişti ve daha ilk anda İngiliz mandasının Yahudileri kayırmasına karşı çıktığı gibi, Sol görüşlü Siyonizme de karşı çıktı, Hisdatrut’a (İsrail Toprağındaki İşçilerin Genel Federasyonu) karşı beyanlarda bulundu. Böylece Filistinliler için seküler (dünyevi) bir umut oluşturdu.

Partinin söylemine bakılırsa Filistin, seküler bir devlet olarak Arap-Yahudi-Hıristiyan farkı olmadan bütün kesimlerin müşterek yurdu olacak, orada herkes bir bütün olarak mesut olacaktı. Dolayısıyla Filistin davasının dini değil, ulusal olması, bütün Filistin halkının yararınaydı!

Oysa partinin görünmeyen hedefi,

  1. Filistin gençliğini İslam’dan uzaklaştırmak,
  2. Mukaddes değerler Kudüs ve Mescid-i Aksâ ile Filistin’in insan unsurunu birbirinden manen uzaklaştırmak,
  3. Filistin’i kurtarma hedefi ile Filistinliler arasına mesafe koymak,
  4. Filistin davası ile ümmetin arasını açmaktı.

Böylece Filistin mücadelesi yalıtılacak, Filistin gençliği kurtuluş için çırpındıkça çıkmaz sokağa saplanacak, bu sırada Siyonistler yol alacak, Filistin ise çatışmalar içinde geride kalıp “çaresizliği öğrenecek”tir.

Bu mahiyette silahlı siyonist örgütler, Filistin’i fiziksel olarak istila ederken Komünist Parti ve uzantısındaki Sosyalist yapılar, Filistinli zihinleri kültürel olarak istila etmişlerdir. Komünist Parti, Filistinliyi bağlarken Siyonistler, Filistin toprağını işgal etmişlerdir.

Filistin’in kurtuluş için yol arayan pek çok genci Komünist Parti’ye yöneldi, bir devşirme okulu gibi orada Sosyalizme kapılıp Filistin halkından ayrıştı. Komünist Parti’nin Yahudileri ise vazifelerini yapmanın rahatlığıyla bir bir ayrılıp Siyonist Yahudilere katıldılar. Onların ayrılmasıyla parti, ortalıkta kaldı ama ona yönelen Filistinli gençler, Filistin’de Sol bir mücadelenin yoluna girdi.

O günün dünyasında Sol, III. Dünya halkları için küresel bir kurtuluş umudu oluşturunca Filistin halkında da Solcu gençlere yönelik bir umut oluştu. Neticede 1950’li yıllara gelindiğinde Filistin mücadelesi Sol bir renk almaya başladı.

Öyle ki normalde el-Fetih örgütü, 1959’da aralarında İhvan-ı Müslimin üyelerinin de bulunduğu Filistin’deki millî yapılar tarafından kurulurken zamanla Sol bir renk aldı. el-Fetih’in lideri Yaser Arafat da Kahire’de eğitim alırken İhvan-ı Müslimin etkisinde iken zamanla Sol’a yöneldi. Nihayet Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) de 1964’te Sol zeminde kuruldu. El-Fetih’in muhafazakâr yanı bile FKÖ’nün Sol yanının gölgesinde kaldı.

Filistin, gün geçtikçe Sol’la anıldı. Hatta Türkiye gibi İslam ülkelerinin Deniz Gezmiş gibi simge Solcu isimleri silahlı eğitim almak için Filistin’e gittiler. Orada eğitim alan ve bugün Türkiye Solunun tarihi önderleri arasında sayılan militanların en çok dikkatini çeken hususlardan biri, Filistin’in kurtuluşu iddiasındaki örgütlerin Solcu olmasına karşı Filistin halkının oldukça dindar olmasıydı.

Bu çelişki onları hayal kırıklığına uğratırken onlar, Kudüs’ün yanı başında silah kullanmayı öğrenip Türkiye’ye döndüler ve halkın değerlerine karşı mücadele ettiler. Müslüman halkın nezdinde onlar hem dinsiz hem anarşisttiler. Müslüman halk, Filistin’i kurtarmak isterken Filistin halkı daha da batıracak militanlar yetiştirme görünümündeydi.

Tutarsızlığın Filistin’e bakan bir tarafı da şuydu: Normalde Siyonizm düşüncesi ilk kez Moses Hess tarafından 1850’li yıllarda ortaya atılmıştı. Moses Hess, bunu 1861’de yazdığı Roma ve Kudüs (Rome and Jerusalem) eseriyle bir ideoloji hâline getirdi.

Moses Hess, sadece bir Yahudi değildir, aynı zamanda Karl Marks ve Engels ile birlikte Komünist Manifestoyu yazan üç kişiden biridir.  

israil’in 1949’da BM’de tanınmasını sağlayanlardan biri de Sovyet Rusya’nın lideri Josef Stalin’di. Oysa Filistinli gençler Sol yumruklarını havaya kaldırıp “Yaşasın Stalin!” diyerek Filistin’i kurtarmaya çalışıyorlardı.

Filistin davası bu çizgide yol aldıkça kaybetti, israil gittikçe genişlerken 1967’de Mescid-i Aksâ’nın da yer aldığı Doğu Kudüs’ü de istila etti. Filistin’in Sol örgütleri, bir kurtuluş hareketi olmaktan gittikçe marjinal birer Sol eylemci örgüte dönüşürken israil pek çok ülke tarafından kabul edilip bölgeye yerleşti.

Böyle bir ortamda İslâmî mücadele iki farklı koldan yeniden başladı. 1967’de Kudüs’ün istilası üzerine, 1969’da Suudi Kralı Faysal’ın önderliğinde İslam İş birliği Teşkilatı kuruldu. Teşkilat, bugün önemli bir işlevde değilse de kuruluşundan sonraki on- on beş yılda Filistin davasının İslâmî yanını duyurmakta iş gördü.

Filistin nezdinde ise İslâmî mücadeleye yeniden dönüş, İhvan-ı Müslimin mensubu Şeyh Ahmed Yasin’in 1960’lı yıllarında bir Kur’an Kursu’nda başlayan çalışmaları ile başladı.

Henüz gençlik yıllarında belden aşağı felç olan Şeyh Ahmed Yasin, Siyonistlerin Müslümanların zamanla Kudüs’ün istilasına alışacaklarına yönelik umutlarını kıracak çalışmalar yaptı, Filistin halkına önderlik edecek gençler yetiştirdi. Onun bu çalışmaları ile “Allahüekber” nidaları Filistin sokaklarına yeniden döndü.

Siyonistlerin tam da Solun bitmesiyle Filistin mücadelesinin de sona erdiğini düşündükleri bir dönemde 1987’de Filistin’de I. İntifada olarak bilinen gösteriler başladı. Yaser Arafat’ın “Küçük generallerim!” dediği çocuklar, Allahüekber nidaları ile siyonistleri taşlayarak aciz bıraktılar. İsrail, onlara kurşun sıktıkça dünya halkları tarafından lanetlenirken çocuklar, Allahüekber dedikçe İslam dünyası Filistin davası ile daha çok ilgilendi. Filistin İslâmî Direniş Hareketi HAMAS kuruluşunu böyle bir zeminde Şeyh Ahmed Yasin’in manevi önderliğinde duyurdu.

Filistin Solu, bu süreçte hızla eridi, ona umut bağlayan Filistinliler HAMAS’la yakınlaşırken israil, yeni süreç karşısında panikledi; I. İntifada’dan altı yıl sonra 1993’te Oslo Antlaşması ile Gazze ve Batı Şeria’dan çekilirken Doğu Kudüs’ten de çekilmeyi kabul etti.

Bu tarihî zaferin ardından Yaser Arafat orta yol bulmaya çalışırken Solun bir kısım lideri, ABD ve israil’le yakınlaştı. Sol etkisindeki kitleler ise HAMAS’la bütünleşti.

HAMAS, Sol bakiyelerle olduğu gibi Hıristiyanlar ve diğer yapılarla da iyi bir ilişki kurmaya özen göstererek Filistin halkının temsilinde önemli bir konum elde etti, ABD ve israil’in engellemelerine rağmen İslam dünyasının bir kısmınca da tanınarak Filistin mücadelesinin milli temsilcisi olmaya çok yaklaştı.

Günümüzde Türkiye, Katar, Mısır, Malezya gibi ülkeler HAMAS’ı tanırken, Rusya ve Çin gibi uluslararası güçler de HAMAS’ı önemsemektedir.

HAMAS bir cemaat olmakla birlikte silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları adını, tarikat şeyhi Şeyh İzzeddin el-Kassam’dan almaktadır. Bu adlandırma, Filistin Müslümanlarının iç birliği açısından başlı başına bir öneme sahiptir.

HAMAS tecrübesinin önemli bir yanı, İslâmî olmanın millî birliğe ve evrensel buluşmaya aykırı olmadığını ortaya koyması hatta İslâmî olmanın millî birliğe ulaşmak ve dünyaya seslenmenin dilini yakalamak için büyük bir imkân olduğunu göstermesidir.

Günümüzde aralarında Sol bakiyelerin de bulunduğu pek çok Filistinli grup, İzzeddin el-Kassam Tugayları ile uyum içinde israil’le savaşmaktadır.

Öte yandan Filistin Solunun en büyük iddiası, İslâmîleşmenin Filistin davasını dünyadan yalıtacağı idi. Filistin halkının desteğini de bu argümanla almaya çalışıyorlardı. Oysa Filistin Solu, ABD’ye yakınlaştığı hâlde ABD tarafından ezilmeye devam etmekte ve Filistin davası adına ABD’den hiçbir kazanım elde edememektedir. Onun bugün Batı Şeria’da elde ettiği küçük iktidar alanı da HAMAS’ın başlattığı mücadelenin neticesidir. Oysa gerek 2021’deki Seyfü’l-Kudüs direnişinde, gerek 7 Ekim 2023’te başlayan son direnişte dünya Solunun da içinde yer aldığı insanlık vicdanı Filistin’in yanında yer almaktadır.

Filistin mücadelesinin İslâmîleşmesi Solun iddialarının aksine onu dünyadan yalıtmadığı gibi, İslam dünyasındaki desteğini de artırdı. Gazze’deki mücadele, İslam’ın insanlığın dini olması ile uyumlu olarak Siyonizme karşı evrensel bir uyanış ve direnişe büründü.