• DOLAR 34.459
  • EURO 36.367
  • ALTIN 2864.83
  • ...

Türkiye’nin yürüttüğü Barış Pınarı Harekatı’na taraf olan ülkeler gibi karşı olan ülkeler de vardır.

Bu yapı içinde Avrupa Birliği ve Arap Birliği de Türkiye’nin aleyhinde görüş beyan ettiler. Türkiye’de kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayan bir kesim, Avrupa Birliği kararı ile ilgili suskun kalırken Arap Birliği’nin kararına klasik milliyetçiliği de aşan “ırkçı” yorumlar getirdiler. Söz konusu kişi ve yapılarla ilgili bu tutarsız durum, kimi zaman gözden kaçıyor; kimi zaman da yeteri kadar değerlendirilmiyor. Analizimizde söz konusu kişilerin bu tutarsızlığını ve ırkçılığa karşı geliştirilmesi gereken önlemleri değerlendireceğiz.

İslam Dünyasında Irkçılık !

İslam’ın ırkçılık konusundaki tavrı nettir. İmam Malik Hazretlerinin Muvatta adlı hadis kitabında yer bulan şöyle bir vaka aktarılır:

“Kays b. Mutata adında bir Arap, Medine'de sahabelerin oturduğu bir meclise gelmiş, Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla sohbet ettiklerini görünce bir hayli kızmış, kızgınlığını şu sözleriyle oradakilere aksettirmişti:

‘Evs ile Hazrec, Resulullah'a hizmet eden Araplar. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman! Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul edilebiliyorlar?

 Bu ayrılıkçı sözler üzerine Muaz bin Cebel oturduğu yerden kalkıp adamın yakasına yapışarak; ‘Seni Resulullah'ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin doğruluğunu Ona soracağım. Ondan sonra seninle hesaplaşırız...’ diyerek adamı alıp doğruca Hz. Peygamberin mescidine götürmüş ve: - Ya Resulullah, demiş. Bu adam için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı tatlı sohbet ediyorduk, gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların Arap olmayanlardan üstün olduğunu ileri sürdü, İranlı Selman'ı, Rum'dan gelen Suheyb'i, Habeşistan'dan gelen Bilal'i aşağı ırktan kabul ederek Araplarla sohbete layık olmadıklarını, aramızdan uzaklaştırmamız gerektiğini iddia etti?

Bu olayı dinleyen Resulullah'ın yüzünde seyrek görülen öfkelenme işaretleri görüldü. Hemen kalkıp konuşma yaptığı minberine geçerek oradakilere şöyle hitap etti:

 - Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir. Babanız, ananız da birdir. Araplık ne ananızda vardır ne de babanızda. O sadece sonradan meydana gelen dil farkından ibarettir. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah'a iman ve itaattedir. Bunu herkes böyle bilmelidir!”

Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde de Müslümanları ırkçılık konusunda sıkıca uyarmıştır:

“…Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz…”

İslam dünyası, bu kesin vasiyete sadık kalmış; Emevilerle ilgili bazı sınırlı şikâyetler bir kenara bırakılırsa tarih boyunca göze batacak bir ırkçılık sorunu yaşamamıştır.  

Bizde ilk ırkçı yaklaşımlar, pek çok kötülük gibi, Müslümanların 19. Yüzyılda Avrupa’ya açılması, daha doğru bir ifadeyle Avrupa’nın zihinsel yapısıyla İslam dünyasını istila etmeye başlamasıyla göründü.

  1. yüzyıldan itibaren Almanya’yı kasıp kavuran romantik milliyetçiliğin, iki önemli ismi Fichte ve Herder’in seküler milliyetçilik anlayışı, 19. Yüzyılda daha çok Fransız Mason Locası mensupları üzerinden İslam dünyasına taşındı. Locanın Yahudi kökenli ve sözde Hıristiyanlığa geçmiş mensupları, Avrupa toplumlarını birbirine düşüren ırkçı fikirleri, büyük bir ustalıkla İslam dünyasına yaydılar. 20. yüzyılın başına geldiğimizde İslam dünyasındaki Batıcı seküleristlerin önemli bir kısmı, Avrupa hümanizminden söz ederken bile fazlasıyla ırkçıdır.
  2. Abdülhamid ve Irkçılar

Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı’nın son iki yüzyılın ayrı bir yere sahiptir. Sultan, Neo-Osmanlıcılık (Yeni Osmanlıcılık) üzerinden farkında olarak veya olmayarak milliyetçi bir bölünmeye doğru giden kesimlere karşı Osmanlı’yı İslam birliği fikri üzerinden yaşatmaya çalıştı. Bu konuda önemli bir yol da aldı. Ancak Osmanlı kurumlarına sızan Yahudilerin yanında Batılı güçler de ırkçılık boyutuna varan milliyetçiliği, Abdülhamid Han’ın birlikçi-ümmetçi fikriyatı aleyhinde beslediler. Sultan, onların şiddetli baskısı altında özellikle Arapça eğitim konusunda bazı tavizler vermek zorunda kaldı. Bu tavizler, Sultan’ı o güne kadar sadakatle destekleyen Suriye-Lübnan Müslümanlarını küstürdü. İstanbul’da da onunla Arap-Kürt-Arnavut gibi farklı halklardan alim ve aydınların arasına bir mesafe koydu. Ama liderleri aynı zamanda Mason Locasının üstatları olan ırkçı yapı, bu tavizlerle yetinmedi. Sözde milliyetçi bir romantizm içinde, gerçekte bariz bir ırkçılıkla Osmanlı için bölücü bir yapı olarak işledi. O yapı, Balkan Yahudileri ile birlik içinde Sultan’ı devirdi ve Osmanlı’yı Sykes-Picot anlaşması için hazır hâle getirdi.

O yapı işledikçe İngiliz-Fransız ortaklığının eli güçlendi ve nihayetinde Osmanlı, onların elinde can verdi.

Osmanlı yıkıldıktan sonra da söz konusu yapı, bütün düşmanlığını Osmanlı ve onun birleşenleri ümmet unsurlarına yöneltti. Buna karşılık Batı karşısında, bizzat Batı ile mücadele eder görünürken dahi el pençe divan durdu.

 Batı karşısındaki bu el pençe divan duruşun milliyetçilik açısından bir izahı yoktu. Söz konusu grup da hiçbir şekilde gerçek anlamda milliyetçi değildi. Batı’ya aldanmış ve Batı hesabına çalışan bir mekanizmanın parçasıydı ve izahı güç bir tutarsızlıkla bunlar, her nasılsa ırkçılaştıkça daha aşırı bir Batıcılığa sürükleniyorlardı. Milliyetçiliği, bir tür ümmetten bağımsızlık ama Batı’ya kul olma olarak anlamışlardı. Daha doğrusu Mason Locaları ve Yahudiler, bunu onlara böyle öğretmişlerdi.

Batı’nın çıkarı, Müslümanların bölünmesi ve birbirlerinden nefret etmelerindeydi. O ırkçı yapı da kimi sorunları abartarak, abartacak bir şey bulamadığında ise yalan sanatının bütün inceliklerine başvurarak Müslümanları birbirinden nefret ettirecek hikâyeler uydurdu. Her Müslüman millet için kusurlar bulup o kusurlar üzerinden kin kustu. Buna karşılık yakın bir döneme kadar ders kitaplarımızda okutulduğu üzere her Batılı halk için üstünlük hikâyeleri geliştirdi, Müslüman çocukların zihninde “vahşi Batı” imajına karşı olağanüstü insani özelliklerle donatılmış “merhametli tanrısal Batı” imajı oluşturdu.

Irkçılar için Batı’dan zaman zaman yakınmak mümkündü ama Batı’yı eleştirmek, haddi aşmaktı, bütün çağdaş gerçekliğe savaş açmaktı. Dışarıdan bakıldığında Türklüğün üstünlüğüne odaklanmış görünen bu anlayış, gerçekte yüzyıllar boyu Batı’ya İslam sancaktarlığıyla kafa tutan Türklüğü Batı’nın peşine takıp aşağılıyordu, efendilikten alıp kullaştırıyordu.  

Batı’yı kınama hâlinde bile göklere çıkaran bu sapmış zihniyet, İslam dünyasında herhangi bir kavimden söz edildiğinde kin ve nefretini suratına yansıtır ve düşmanlık adına ne söyleyebilirse söylemeye başlar.

Bu yapı, ilk günden bu yana Türkiye’nin İslam dünyasına açılmasının önünde en büyük bariyeri oluşturdu. Batı’yla uyum içinde Türkiye ile İslam dünyası arasında bir set gibi iş gördü. Bunun için daima Batı’nın takdirini kazandı, Batı istihbaratları tarafından kullanıldı.  

Irkçılığa Karşı Akıl Tutulması

Türkiye, PYD’nin Suriye’deki yapılanması üzerinden kendisini kuşatılmış hissediyor. PYD’ye orada kazandırılan konumu, kendi aleyhinde düzenlemiş görüyor. Bu konuda PYD dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail çevrelerinden son birkaç yılda yapılan açıklamalar da Türkiye’nin endişesini doğruluyor. O çevreler, sözü hiç evirip çevirmeden PYD’ye verilen konumu Türkiye’nin İslam dünyasından alıkonulması ile doğrudan ilişkilendiriyor. Yine o çevre, Türkiye’yi Arap İslam dünyasını istila niyetinde olmakla itham ediyor.

Bu koşullar altında Türkiye’nin Arap İslam dünyasına güvenceler vermeye ve baştan itibaren Batı’nın güdümünde olan Arap Birliği yapılanmasına karşı Arap halkını ikna etmeye ihtiyacı vardır. Ama sözü edilen ırkçı yapı, bunu bildiği hâlde ve tam da Türkiye, böyle bir operasyona hazırlanırken Arapça levhaların yasaklanması, Suriyelilerin sırf Arap oldukları için Türkiye’den gönderilmesi gibi Arap karşıtı söylem ve eylemlere hız verdi.

Ne var ki Türkiye açısından açık bir ihanet olarak nitelenmesi gereken bu söylem ve eylemler, hiçbir cezai kovuşturmaya yol açmadı. Neden? Çünkü, Batıcılığın her türü gibi ırkçılık da masumlaştırılmış, layüsel konuma çıkarılmış, soruşturma dışı bırakılmıştır.

Ümmet coğrafyasında ırkçı milliyetçilik bir türlü yerleşmemiş, bunun için Batı yanlısı güçler tarafından büyük ayrıcalıklarla teşvik edilmiş, ırkçı milliyetçilerin önü sonuna kadar açılırken, onları engelleyecek her tür önlem bertaraf edilmiştir.

Türkiye’de söz konusu milliyetçilik olunca yasalar bir yana zihniyet o kadar kötü yerleşmiş ki  kişiler, milliyetçi bir görünüm altında her tür aşırı söylemi geliştirebilirler, ülkenin dış çıkarlarını tehdit edebilirler, ülkenin birliği adına varlığını tehlikeye atabilirler. Buna karşı, kendileri hakkında soruşturma açmak akla bile gelmeyeceği gibi bu kişiler, ırkçılık üzerinden basbayağı bölücülük yaptıkları hâlde, “vatansever” diye bir de taltif edilirler.

Bu, açık bir akıl tutulmasıdır. Batı’nın iki yüzyıldır kurduğu kumpası aşamamaktır.

Ne yapılmalı?

İslam dünyasının büyük ve güçlü ülkelere ihtiyacı vardır. Türkiye de büyük ülke olma talebine sahiptir. Ancak bu ırkçı yapı, bölücü ve engelleyici bir unsur olarak Türkiye’nin büyük ülke olma talebine zarar vermektedir.

Irkçıların aha fazla tahribat yapmasını engellemek için ırkçılık derhâl yasaklanmalı, ırkçılığın “vatanseverlik” olarak kutsanmasının önüne geçilmeli, vatanseverlikle ırkçılık arasındaki fark açıkça ortaya konmalı ve nihayetinde ırkçılık, insanlık suçu sınıfına alınarak o yöndeki her tür faaliyet durdurulmalıdır.  Büyüyen bir Türkiye’nin, elini ayağını çözüp İslam dünyasında yeniden söz sahibi olmak isteyen bir Türkiye’nin buna gerçekten ihtiyacı vardır. Irkçılık yönündeki her adım Türkiye’ye zarar verdiği gibi, ırkçılığa karşı her adım da Türkiye’yi büyütecek ve güçlendirecektir.