Geçtiğimiz günlerde Konya’da yaşanan bir olay toplumun vicdanını derinden sarstı. Yarı çıplak bir şekilde muayeneye giden hastaya, “Ben teşhircileri muayene etmem” diyerek tepki gösteren bir doktor hakkında soruşturma açılmış! Aslında burada sorgulanması gereken doktor değil, toplumun gözünün içine baka baka hayâyı, edebi, değerleri çiğneyen teşhircilik yapanlardır. Peki gerçekten de açılıp saçılmak “özgürlük” müdür, yoksa değerlerimizin sessizce çürüyüşünün bir yansıması mı?

Bugün toplumda “teşhircilik” neredeyse normalleşmiş durumda. Sokakta, sosyal medyada, ekranlarda… Gençlerin kendi bedenini adeta bir teşhir aracı olarak görmesi, bireysel bir tercih olmanın ötesinde, daha derin bir toplumsal kırılmayı işaret ediyor. Özellikle dijital çağın sunduğu görünürlük imkânları, gençleri kısa vadeli beğeniler uğruna uzun vadeli ruhsal yaralarla karşı karşıya bırakıyor. Bir anlık ilgi için atılan adımlar; ileride pişmanlık, özgüven kaybı, değersizlik hissi ve psikolojik kırılganlıklara dönüşebiliyor.

Gençlerin bu eğiliminin arkasında aidiyet arayışı, görünür olma isteği ve beğenilme ihtiyacı yatıyor. Bu duyguların kontrolsüz yönlendirmesi, onları mahremiyetlerini hiçe saymaya, kişisel sınırlarını ortadan kaldırmaya hatta kendi kimliklerini tehlikeye atmaya sürüklüyor.

Aslında yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal sonuçları olan bir krizle karşı karşıyayız.

Aile bağlarının zayıflaması, kültürel ve dini değerlerin aşınması, kuşak çatışmalarının derinleşmesi… Tüm bunlar gençleri daha kırılgan hale getiriyor. Kimse kusura bakmasın teşhircilik moda değil, özgürlük hiç değil, yozlaşma ve bir çağın çığlığına dönüşüyor. Mehmet Akif Ersoy’un o meşhur dizeleri tam da bugünü anlatıyor:

“Eğer medeniyet açıp saçmaksa bedeni,

Desenize hayvanlar bizden daha medeni!”

Dahası, bu mesele yalnızca estetik ya da ahlak tartışması değildir. Sosyal medyada teşhir edilen içerikler gençlerin güvenliğini tehdit eden en ciddi risklerden birine dönüşmektedir. Mahremiyetin giderek yok olması, toplumda güven, saygı ve sorumluluk duygularını da erozyona uğratıyor. İnsan ilişkileri yüzeyselleşiyor, bireyler birbirini değerler üzerinden değil, dış görünüş üzerinden tanımlamaya başlıyor.

Oysa kamu alanlarında giyinmenin bir ölçüsü olmalı. Özgürlük ile sorumsuzluk arasındaki ince çizgi korunmalı. Avrupa’nın bazı bölgelerinde dahi çıplaklığın önüne geçmek için yeni düzenlemeler yapılmış, kurallara uymayanlara para cezası getirilmiş durumda. Bizim kültürümüzde ise bu tür sınırlar asırlardır bellidir: hayâ, edep, mahremiyet. Bugün bu değerleri “geri kalmışlık” ya da “özgürlük kısıtlaması” olarak yaftalamak, aslında köksüzleşmenin bir başka göstergesi.

Teşhircilik, gençlerimizin yalnızca bedenlerini değil, geleceklerini de tehlikeye atıyor. Bir gencin değeri, bedenini sergilemesiyle değil, aklı, ahlakı ve üretkenliğiyle ölçülür. Ancak tüketim kültürü ve sosyal medyanın yönlendirmesi, gençleri hızla “teşhirin cazibesine” teslim ediyor. Beğeni sayıları, takipçi rakamları, anlık popülerlikler… Bunların hiçbiri gerçek bir aidiyet, sahici bir özgüven inşa etmiyor.

Bunun için ailelerin, eğitim kurumlarının ve toplumun tüm paydaşlarının duyarlı olması şart. Gençlere “mahremiyetin, özsaygının, sahici özgürlüğün” önemini anlatmak artık bir tercih değil, zorunluluktur. Çünkü özgürlük; kişilikten, ahlaktan, değerlerden kopuş değil, tam tersine onları sahiplenebilme cesaretidir.

Bugün teşhirciliğe karşı çıkmak, sadece ahlaki bir tavır değil, aynı zamanda toplumsal geleceğimizi koruma sorumluluğudur. Gençliğimizi, teşhirin kırılgan zemininde değil; saygınlık, bilinç ve öz değer temelinde inşa etmeliyiz. Aksi halde gelecek, bireysel yalnızlıkların ve toplumsal çöküşlerin yaşanacağı karanlık altında ezilecektir.

Mesele basit bir kıyafet tercihi meselesi değil. Bu, bir toplumun hangi değerler üzerine var olacağına dair bir tercihtir. Ya teşhirciliği “özgürlük” diye önünü almayıp köksüzleşip helak oluruz ya da mahremiyetin, hayânın, özsaygının önemini yeniden hatırlayıp gençliğimizi koruyacağız. Başka da yolumuz, seçeneğimiz yok.