Fikir ile mide veya amiyane tabirle düşünce ile işkembe arasında sıkı bir ilişkinin varlığı yakın zamana kadar bilinmeyen bir sırdı ve bu sırrı ilk defa Büyük Ada’da inziva hayatı yaşayan bir Türk filozof(!) çözdü. Filozofun bu tezinden sonra felsefeciler ile mutfak arasındaki ilişkiyi ben de masaya yatırınca filozofların beynine giden yolun midelerinden geçtiğini fark ettim.
Filozofların felsefik derinliklerinin altında yedikleri yemek türünün etkisini gördükçe çalışmalarıma daha da yoğunlaştım.
Çözümlemelerim sonucunda birçok yeni şey öğrendim:
Mesela Milas taraflarında yaşayan Tales’in “havyar” yemeyi her şeyden çok sevdiğini görünce şaşırmış, felsefenin babası sayılan Sokrates ise biraz daha halka dönük olduğundan her öğün bir buçukluk “Adana kebabı” yediğini duyunca afallamıştım.
Klasik Batı felsefesinin kurucusu Thales de her yemekten sonra “financier aux ananas” adlı bir Fransız tatlısı yermiş. Bu özelliğinden dolayı muhalifleri tarafından kültürüne yabancı sayılmış, sırf bu yüzden neredeyse giyotine gönderilecekmiş. Yani postu deldirmekten kıl payı kurtulmuş. Üstelik “meseleye Fransız kalmak” deyimi bu olaya dayanıyormuş.
Sisam adasında doğan Pisagor “quasedilla” adlı İspanyol yemeğinin yanında deniz ürünlerinden “karides”i tercih edermiş.
Aristotales, “bulgur” pişen eve düşüncelerinin girmesini istemezmiş ve bulgur yemeyi kaba bir köylülük olarak addedermiş. Yine düşüncelerinin temelini yemeğe dayandıran Aristotales “insan yemek yiyen hayvandır” diyerek insanların diğer canlılardan ayırt edici(!) özelliğini açıklamış.
Platon’un akademisinin girişinde “Bu akademiye soğan ve sarımsak yiyen giremez” sözü yazılıymış.
Varoluşçu Sartre “insan yemek yemeye mahkûmdur ve bu mahkûmiyet beraberinde sorumluluk getirir” diyerek Varoluşçu felsefenin temelini atmıştır.
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ifadesinden sonra bu ifadenin gerekçesi sorgulanmış ve tanrının açlıktan öldüğüne hükmedilmiş!
Budizm’in kurucusu Buda, protein ağırlıklı yemeklerden uzak dururken “beşamel sossuz” hiçbir şeyi yemezmiş.
Pyrrhon, İtalyan olmadığı hâlde İtalyan mutfağına bağımlılık derecesinde bağımlıymış ve “gnocchi ile focaccia” yemekleri arasında ikilemde kaldığı için septik düşünceyi geliştirmiştir.
Descartes, yaşam felsefesini yemeğe bağlamış ve meşhur “yemek yiyorum, öyleyse varım” sözünü söylemiş.
En ilginç gelişme de Diyojen ile Büyük İskender arasında yaşanmış.
Rivayetlere göre Kinik felsefesinin kurucusu Diyojen henüz Sinop’ta iken bir gün çok acıkmış ve açlıktan o gün fikir üretemez olmuş. Bu durumu fark eden çömez Kinikler ona yemek ısmarlamak istemişler. Yemek siparişi için listeye bakan yardımcısı ona İskender ısmarlamayı düşünmüş. Aşırı acıktığını fark eden yardımcısı bir porsiyon İskender’in Diyojen’e yetmeyeceğini düşünmüş ve pusulaya bir buçuk İskender anlamında “B. İskender getir” notunu ulağa vermiş. Ulağın yolu Büyük İskender’in askerleri tarafından kesilmiş. Elindeki pusulayı gören B. İskender pusuladaki nottan dolayı öfkelenmiş ve Diyojen’e haddini bildirmek için Diyojen’in bulunduğu yere gelmiş. Ancak Diyojen o zaman da her zamanki gibi güneşlenmekte imiş. Dünyanın kendisinden korktuğu İskender’i gördüğü hâlde tınlamayan Diyojen, bu cesaretiyle Büyük İskender’in takdirini kazanmış ve Büyük İskender, Diyojen’e “dile benden ne dilersen” demiş. Diyojen de o zaman meşhur “yemek getir başka ihsan istemem “demiş.
Bütün filozofların hayatlarına dikkat ederseniz hiçbir filozof ne tarhana çorbası ne de dürüm istemiş.
Gezi’de karşı mahalleye şirin görünmek için Gezi’deki gençlere “Tanrının çocukları” diyen bizim göçebe filozof(!) bu çıkarımdan yola çıkarak teşhisi koymuş:
“Tarhana çorbası içip dürüm yiyenler felsefeden anlamazlar"