İlkokula bir sonbahar günü başladım. Hava ülke geneline göre sıcak, bölge ortalamasına göre ise sıcaklık azdı. Siyasi atmosfer olarak dondurucu soğuk, karakış sonrası kuru bir ayazdı. Darbecilerin postalları ülkenin her yerini karaya boyamışken memleket havası daha nasıl olabilirdi ki?
Netekim, 12 Eylül Cuma günü darbe olmuş, her evden olmasa da ortalama her üç beş evden birinde gözaltına alınan ve haber alınamayan birileri vardı. Aylar öncesinde sokakta kim vurduya gidenlerin hesabını soracak babayiğidi toplum mumla arardı. Zaten cılız ses çıkaran da kodesi boylardı.
Bu yıkıntılar arasında ve bu vakadan tam üç gün sonra okula başladım. Retorik bir girişle “büyük umutlarla okula başladım” dememi bekler okuyucular ancak büyük umutlar yaşadığım coğrafyanın tabiatına aykırıydı. İki dağ arasında sıkışıp kalmış bir köyde insanın ne kadar büyük umutları olabilir ki? Neyse benim yaşımdaki herkesin yaptığı bir eylemi yaptım ve okula başladım. Yani olağan bir ritüelin icrasından başka bir şey değildi okula başlamam. Üçüncü el bir siyah önlük ve yaka, kullanımdan düşmüş bir kalem ve sayfaları buruşmuş bir defterle başladı serencamım. Bir Kürt olarak her gün sabah “varlığımı Türk varlığına armağan ediyordum” ancak “armağanın” ne olduğunu bilmediğim gibi “varlık”tan bîhaberdim. Zaten tayin günü için çetelesine çentik atan Türk öğretmenden başka da tanıdığım bir Türk de yoktu. Neyse ki anlamını bilmediğim sözlerin hissiyatımda yara açma kabiliyeti de olmadı. İkinci senede “Donkişot” olarak tanımladığım ve yel değirmenlerine savaş açan Nurol Hoca’mla tanışınca “armağan”ı anladım ancak “varlık” noktasında şu ana kadar da piştiğimi söyleyemem. Mevlana ve Yunus tedrisatından biraz otlandım lise yıllarımda. Melayê Cezerî yasaklılar listesindeydi. Bugün de onun derinliğine ulaşamadım. Tercüme bir “varlık” bilgisiyle “varlık ve “yokluk” arasında bocalanıp durdum.
Bir köy okulunda da olsa, umutlarım olmasa da öğretmene verilen değerin ne olduğunu bilir, öğretmene çeşmeden su taşımanın hazzını yaşardık. Öğretmene su taşıdık diye anne babalarımız öğretmenlerin evini basıp “çocuklarımızı köle gibi çalıştıramazsınız” demedikleri gibi “öğretmenin bir eksiği var mı” sorusunu da sormadan edemiyorlardı.
Psikolojimiz mi?
O da ne?
Biz leylekler tarafından okul bahçesine bırakılmış ruhsuz çocuklardık. Öğretmen görünce korku değil saygıdan dolayı önümüzü ilikler, mahcup bir tebessümle selam verirdik.
***
Yıl 2025… Başkent olarak bilinen Ankara’da bir ders sırasında öğrencilerin altmış iki yaşındaki bir öğretmenden, dedeleri yaşındaki bir öğretmenin yanağından, makas almaları, uyarıları dikkate almamaları, matah bir şey yapmışlar gibi bunu kameraya çekip sosyal medyada paylaşmalarını görünce insanlığımdan, mesleğimden; o çocuklarla aynı ülkede, aynı havayı teneffüs etmemden dolayı kendimden utandım. Bu çocukların cezasız kalmayacağını düşünürken ders sırasında ayağını kıran ve hastanede gazetecilere demeç veren öğretmenin “çocuklarıma ceza vermeyin” sözünden sonra merhamet denilen duygunun işlevsizleştiğinde nasıl bir canavar türeteceğine şahit oldum.
Bu olayla ilgili bir an evvel “merhamet” zırhının ardındaki gerçekliğe inilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira söz konusu “merhamet” ise bu merhametin eseri maalesef lanet...
***
Öğretmen çalışmak zorunda kaldığı için, dikkat edin zorunda kaldığı için diyorum, onları affedip yoluna devam etmek istiyorsa o öğretmenin içine düştüğü hâlden dolayı öğretmenlik mesleğine olan inancım zedelendi.
O öğretmenin çocukları ve torunlarından dolayı babalık ve dedelik onurum zedelendi.
O çocukların yaptıklarından dolayı daha önemlisi ve belki de en önemlisi insanlık onurum örselendi.