Yaşamımızı tasarlamaya başlayan teknoloji, yeni toplum yapısı üzerinde durma zorunluluğunu artık dikte ediyor. Çünkü Jean Baudrillard'ın da tespit ettiği gibi bu simülasyondan hayatta, bireylerle gerçeklik arasındaki mesafe artıyor, bu değişime direnen bizlerle toplum arasındaki farkın gün geçtikçe arttığı gibi. Toplum bizden hızla uzaklaşıyor.
“Televizyon” ve sosyalleşme sağlasın diye icat edilmiş gibi görünen “sosyal medya”; zamanımızda bireyselleşmenin aracı oldu ve maalesef zamanımızın kütüphanesi yapıldı. Üretilen içi boş içerikler o kütüphanedeki kitapların yerini aldı. İnsanlar belirli karakterleri aşan yazıları okuyamaz, derin şiire, uzun ve zihin yoran bilgilere tahammül edemez hale getirildi. Felsefeler, ideolojiler, inançlar bu yeni dünya karşısında çaresiz. İdeolojiler bile bu yeni dünyada kısa sloganlar üzerinden yapılandırılıyor artık.
Oluşturulan simülatör hayatlarla yaşanılan hayat arasındaki gerçeklik farkı, toplumu yalancılara çevirmiş durumda. Kimse kendisi değil. Gerçek dünyanın, eksiği gediği alınmış kopyasının boyanmış hali karşısında, yeni neslimizin gözleri büyülenmiş. Farklılık, aykırılık, uyumsuzluk, özgürlük… adına insanlar farklılıklarından, irade ve özgürlüklerinden vazgeçer hale getirilip, aynı yüz hatlarına sahip botokslu şekillere, renklere, elbiselere, mekanlara, yapmacık davranışlara dönüşüyorlar. Bu hepimiz için korkunç derecede kaygı verici olmalı. Post-modern bir eleştiriye girişmeyeceğim elbette ama bu simülasyon hayata karşı direniş gösteren bizler, (gittiğimiz okulların kalitesine, okuduğumuz kitapların sayısına bakılmaksızın) yeni neslin zihninde, (eski mankurtların köylü kavramına yüklediği anlamda) köylüye dönüşmüş durumdayız.
Herkese ulaşamayız. Ulaşmak için ya oyunu onların belirlediği kurallarla oynayıp televizyon ve sosyal medyayı onların kullandığı şekilde, (eksiği gediği parlak renklerle, estetik ameliyatlarla gizlenmiş yeni tip hayatın yalancıları olmayı kabullenmiş, içi boş sloganlar üreterek) kullanacağız. Ya da bu hayatın büyüsüne kapılmışları tokatlayarak uyandıracak güç merkezleri oluşturacağız. Bu iki seçenek bizi, nefret ettiğimize dönüşme veya zalime evrilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakacaktır.
Gerçeklik algılanan mıdır? Algıları yönetip, “gerçek” diye kabul ettirdikten sonra, söylenenin yalan veya doğru olmasının önemi yok mudur? Menfaati tek ilke edinen dümenin başındaki kapitalist dünya için ve algı dünyasının inşasında, doğru ve yanlışın önemli olmadığını düşünen sol zihniyet için sorun yok. Ama biz yapabilir miyiz? Yani ya düşmanımıza dönüşeceğiz ya da algıların yalandan dünyasında gerçeğin doğuşunu çaresizce bekleyenlerden olacağız.
Güç, daha güçlünün kendi kültür ve medeniyetini dünya halklarına dayattığı bu dünyanın anayasasını, kendi özüne uygun şekilde yazıp, makul düzeye çekebilir mi? Kolay değil ama mümkün görünüyor. Devlet dediğimiz aygıt, kapitalizme köle televizyon dizilerinin dayattığı hayata karşı biraz daha katı olabilir. Sosyal medyanın sınırsızlığını sınırlayabilir. Yalan içerikleri, yalandan hayatları hiç yaşanmamışçasına silebilir. Alternatif olsun diye, bilimin ve sanatın değerlerle şekillendirilmişini ön plana sürebilir. Değerlerimizi kendisine boya diye kullananları engelleyip, değerle yoğrulmuş içerikler üretebilir. Metaverse, Matrix, Simülasyon içine hapsedilmişleri veya diziden hayatları yine o dünyanın içinde; ezan okununca cemaatle namaz kılmaya giden gençlerle, camiye Kur'an öğrenmeye giden çocuklarla, hayâ ve edeple, sevgiyle… bize özgü kavramlar dünyasında tanıştırabilir.
Ama ya yalandan hayatın büyüsüne kapılmış haz devrinin insanları gibi devlet de etki-tepki üzerinden yapılandırılıp damarlara bolca zerk edilen milliyetçilik, konfor, kapitalizm, bloklar arasından güçlü gördüğüne boyun eğen hayranlığın oluşturduğu taklitçilik üzerinden kendini var ediyorsa.
Ahiret ile kıyaslandığında zaten gölgelerden oluşmuş bir dünya olan dünyanızın içindeki gölgelerde, sanal aleminin boşluğu içinde, insanlarımız durmadan boyanıyorlar ama bunca çabaya rağmen asla kendilerini bulamıyorlar, bir türlü var olamıyorlar.