• DOLAR 32.308
  • EURO 34.878
  • ALTIN 2414.226
  • ...
Bismihi Subhanehu
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Resûl-i zişan(asm)’a ve ehl-i beyti’ne de sonsuzlarca sonsuz selât ve selam olsun.

“Rabbleri de onlar(ın duaların)a şöyle cevap verdi: “Muhakkak ki ben, içinizden erkek olsun kadın olsun (salih) bir iş yapanın amelini zâyi etmem. Hep birbirinizdensiniz. İşte hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar (çıkmak zorunda bırakılanlar), yolumda eziyet edilenler (işkence edilenler, zindana atılanlar), savaşanlar ve öldürülenlerin kötülüklerini mutlaka örteceğim ve Allah katından bir mükâfat olarak onları elbette altlarından nehirler akan cennetlere koyacağım! Mükâfaatın güzeli ise Allah katındadır.” (3/195)

Her an teyakuz halinde olmak!!!

Muhterem mü’minler hani hep deriz ya; birbirimizden her ne kadar kilometrelerce uzaklarda olsak dahi Allah (cc)’nun izni ve lütfuyla vücudun azaları gibi manen ve kalben biriz, beraberiz ve yakınız inşaallahu tealâ. Öncelikle bu köşe aracılığıyla biz mahkum kardeşlerinize hayırlı, güzel ve bir o kadar da manalı böyle bir imkân sunduğunuz için teşekkürlerimizi iletmek istiyorum. Kula teşekkür etmeyen Allah (cc)’a şükretmez. Allah (cc)’a şükür, sizlere teşekkür ederiz.
Hasbihalimizin konusu özgürlüğün kıymetinin bilinmesi üzerinedir. Hürriyetimizin elimizden alınması yetmezmiş gibi 20 yıldır memleketimizden de uzaklardayız, ne yapalım? Sabır içinde şükrediyoruz inşaallahu tealâ, bu hâl üzerede devam edeceğiz. Aza ve kısıtlı imkânlarına şükretmeyen ve kıymetini bilmeyen, çoğa da erişemez, erişse dahi erişmemiş sayılır. Nimet şükrü gerektirir, şükür nimeti ziyadeleştirir. Nimet, şükrü bulmadığı takdirde kişinin elinden uzaklaşıp gider. (Allah muhafaza) bir daha erişilemeyecek şekilde...

Malum olduğu üzere Allah-u Tealâ; o ki dünyaya gelmiş ve gelecek mü’min olsun facir olsun, kâfir olsun, müşrik olsun herkesi ama herkesi imtihan etmiş ve edecek son nefesi verene dek. Bazen darlıkla bazen bollukla, canla, malla, evlatla, hoşumuza giden-gitmeyen her türlü şeylerle; muhaceratla, özgürlükle, mahkumlukla, zindanla vs. vs. Peki, ne zamana kadar? Elbetteki kaderimizde yazılmış olan ve ismine ecel dediğimiz o son ana kadar.

İşte böyle imtihan gereği olarak dünya hayatı öyle bir sarılıp sarmalandırılmış ki biz de bu sarmalın içindeyiz. Bazen imanımız tavan yapıyor. Bazen de öyle bir gaflete kapılıyoruz ki sanki hiç ölmeyeceğiz sanki bunca bedeli bizler ödememişiz gibi.
Bu durum kompleks (içiçe geçmiş, karışmış) bir mesele olduğu için sebebi birden çok olabilmektedir. Sebeplerin bir kaçını sayacak olursak; dünya sevgisi, rahatlığa-lüks yaşantıya düşkünlük, atalet, yorgunluk (ibadet-taat ve hizmetlerde yorgunluk) zaman, unutkanlık vb. diyebiliriz. Bu menfi duruma (gaflete) sürüklenişte bu sayılanların iç içe geçmiş olmalarından dolayı birbirlerini besleyişi de etkili olmaktadır. Şüphesiz bu hâller hepimizde oluyordur. Kimimiz de az ama kimimizde çok.
Yıllar önce (herhalde 10 yıldan fazla bir sure oluyor) yine zindan kasvetinin ağırlığının olabildiğince üzerime çöktüğü bir dönemdeydi ki günlük Kur’an-ı Kerim meâlimi okuyordum. Hiç unutmam Mearic Suresi’nin 4. ayeti olan “Melekler ve Ruh (Cebrail), mikdârı (sizce) elli bin sene olan bir günde O’na (arşına) çıkarlar.” ayetini okuyordum ki o esnada o ayet-i celileyi okuyunca Allah (cc)’nun lütfuyla üzerinde tefekküre daldım ve baktım ki içinden çıkamıyorum. Kağıt kalemi alıp hesaplamaya koyuldum. Buna gore 1 dakikası bizim 35 yılımız ediyor. Evet evet yanlış okumadınız. 1 DA-Kİ-KA-SI bizim tam 35 YI-LI-MIZ. İçeride 20. yılımdayım. Bana verilen ceza 30 yıl ve ben hâlâ 35 saniye bile yatmamışım. 3 tane müebbet alsam ve ömrüm olsa yatsam daha 90 yıl edecek ama 3 dakika olmamış olacak! 3 dakika olabilmesi için 15 yıl daha yatıp 105’e tamamlamam lâzım ki cezaevinde 3 dakika yatmışım diyebileyim, tabii ömür de kifâyet ederse…

Düşünebiliyor musunuz? İçeri girdiğimde henüz dünyaya gelmemiş ama o gün doğmuş bir çocuk şimdi Allah’ın izniyle 20 yaşına gelmiş bulunmakta. Ama ne o hâla 35 saniye yaşamış ne de ben 35 saniye içeride kalmışım. Tabii bu arada nice insanlar ve yakınlarımız ömrünü tamamlayıp göçüp gitmiş. Bu arada abimi, halamı, dayılarımı, ninemi ve en son da anneciğimi ebediyete yolculamışlar ve halen ben içerideyim. Ve yine bu arada 8-10 yeğenim dünyaya teşrif etmişler. 18’ine 20’sine gelmiş olanı var ve ben hâlâ görmemişim, içerideyim ve bütün bunlar olmuş olmasına rağmen, hâlen 35 saniye geçmemiş!!!
Bir de bütün bunlar rakamlarla ifade edilen, edilebilinen gerçekler. Peki ya rakamla ifade edilmeyen edilemeyen Ahiret hayatı ebedi hayat... Nitekim Hz. Ali (r.a.) “Rakamlarla ifade edilen herşey geçicidir(fanidir-sınırlıdır).” demiştir. Bunun künhüne layıkıyla varmış Hz.Ali efendimiz işte bu nedenle “sizin dünyanızın benim yanımda bir keçi aksırığı kadar değeri yok” demiş- diyebilmiş. Demek ki insan rakamların-zamanın vs.nin hapsinden kurturalak düşünebilirse dünya, Ahiret nazarında bir keçi aksırığı kadar değer ifade etmiyormuş, artık bu nasıl bir şeyse? Şu an dünyanın tüm ihtişamına-baş döndürücü güzelliklerine-bunca çekiciliğine rağmen... Allah(c.c) bizlere de bu idraki bahşetsin. Kur’an-ı Kerim’de hiçbir şey boşuna değil(haşavekella). Her bir ayetin birden fazla-belki onlarca-yüzlerce hikmetleri, manaları vardır. Acaba Rabbimizin bununla murad ettiği şeylerden biri de zaman mefhumunu aşmamız, zaman hapsinden kurtulup, zamansızlığı(Ahiret hayatını) anlamamız, dünyanın basitliğini- bayalığını-adiliğini anlamamız sağlamak olmasın? Çünkü hakkaten dünya bu şeylerde de iç içerir. Rabbimizin ufuk açıcı bu misalleri olmazsa, zamansızlığı-sonsuzluğu düşünemeyiz, idrak edemeyiz.

Hülâsa çıkan netice beni öyle bir etkilemiştir ki(herkesi aynı oranda etkiler mi, etkilemez mi bilemem ama) her fırsatta bulunduğum ortamlarda, bu neticeyi dile getiriyor ve üzerinde tefekküre davet ediyorum. Zindanın kasvetli hali olabildiğince beni sıktığı zamanlarda ulaştığım bu neticeyi aklıma getiriyor ve Allah(c.c)’nun izniyle rahatlıyorum. Zindanın ve dünyanın kasvetli halleri için paha biçilmez bir iksir... Bu paha biçilmez iksire hiçbir bedel ödemeden herkes sahip olabilir diye düşünüyorum.
Acizane tavsiyem, sıcak yaz günlerinin oruçlu olduğunuz günlerinde iftarınızı açarkenki içtiğiniz suyu nasıl tüm hücrelerinizde hissediyorsanız, arada bir bu neticeyi de o şekilde yudum yudum yudumlayarak tefekkür etmenizdir. Göreceksiniz ki hiç susuzluğum gitmez diye düşündüğünüz halde o içilen suyla nasıl ki susuzluğunuz gidiyorsa, Allah(c.c)’nun izniyle karşılaştığımız her sıkıntının da(bu sıkıntılarımız dağlar kadar bile olsa)bu tefekkürle azaldığını, küçüldüğünü, bittiğini, gittiğini göreceğiz. Bu sıkıntılar dünyalıklarla alakalı iseler bunların da basitleştiğini, önemsiz ve değersizleştiğini göreceğiz. Böylece bizler için zeval-i elem lezzet olacaktır bi-iznillah.

Dikkat buyurun lütfen! Teşbihte hata olmasın(malum teşbihler meramı ifade içindir) İslam davasını müşahhaslaştırır, cisimleştirirsek nasıl ki Allah-u Teâla insanı yaratmış ve onun yaşaması, hareket etmesi, gelişmesi vs.si için bir takım plan-program ve kaideler tayin etmiştir. Bu da yeme-içme vb gibi ihtiyaçların karşılanması ile olur. Yani bir insanın hayati fonksiyonlarının idamesi, yeme-içme gibi nimetlerle rızıklanması ile olur. Aynen bunun gibi İslam davasında mü’min bir insan gibi düşünerek bu mü’min insanın da nimetlerle beslenip, rızıklanması lazım. İşte o ni’metler de bi-iznillah bizleriz ve bizlerin yani herbirimizin sahip olduğu, daha doğrusu sahip olduğumuzu sandığımız ama aslında bize verilen-geçici olarak teslim edilen emanetlerdir(bedenimiz, canımız, özgürlüğümüz, ehlimiz, ilmimiz, malımız, makamımız vs).

Bir insan yiyip-içtikten sonra o yiyip-içtikleri enerji oluyor, iş oluyuor, güç-kuvvet oluyor. Mü’min bedende ibadet, zikir, taat, Allah yolunda cehd oluyor. Bir kısmı da bize kulluğumuzu-acizliğimizi ifade eden (afedersiniz) posa olup tabii yoldan dışarı atılıyor.

İşte canalıcı nokta da burası, onca bedeli ödeyerek sahip olduğumuz birçok değerli varlıklarımızı veriyoruz. İslam davası(bedeni) ne; zikir, taat, ibadet, hizmet olsun diye. Ki oluyor, İslam davasının ihtiyacı olan hizmeti görüyor ve yerini biliyor da biz, verdiğimiz bedellerin, kendimizce davanın o hizmet yönünü teşkil ettiğini dünya hayatımız boyunca düşünüyorken bir de bakmışız ki(niyetimizden –yaşayışımızdan dolayı) Allah muhafaza (afedersiniz) posa olarak karşılamak da var mahşerde. İşte tam da burada niyet çok önemli olmakta, hem de hayati öneme haiz. Çünkü; niyet kömürü elmas ettiği gibi- elması da kömür edebilmekte. Aman ha dikkat! Geri dönüş de yok! Ne beklerken neyle karşılaşmış olacağız! Dünyadaki amellerimizin Ahiretteki karşılığını nasıl beklerken kabirde hiçbir işe yaramaz posa olarak karşımıza çıkarsa -Allah muhafaza- halimiz nice olur. Hani şu ayet-i kerimede Rabbinizin bize mükemmel bir şekilde tasvir ettiği gibi: “Sizden biriniz istermi ki, altından nehirler akan hurma ağaçları ve üzüm bağlarından bir bahçesi olsun ve içinde kendisi için her çeşit meyvelerden bulunsun da sonra onun güçsüz (ve küçük) çocukları olduğu halde kendisine ihtiyarlık gelsin, derken oraya(en muhtaç olduğu anda o bahçeye), içinde ateş bulunan bir kasırga isabet etsinde yansın! Allah size ayetleri böyle açıklar, taki düşünesiniz.”(2/266).

Rivayetlere göre sahabelerin bir kısmı onca mücadeleden sonra genişlik döneminde, verilen bedelleri unutarak rehavete kapılıp dünyaya meyletmeye başlamış, biraz da dünyamızı imar edip, ailemiz için- geleceğimiz için de hazırlık yapalım diye düşünerek bu yönde yoğunlaşmaya başlayınca Rabbiniz: “İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve Hakk’tan inene (Kur’an’a) karşı kalplerinin (korku ve) yumuşama zamanı hala gelmedi mi?(Onlarda) daha önce kendilerine kitab verilenler gibi olmasınlar ki onların üzerlerine uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Hem onlardan çoğu günahkar kimselerdir.”(Hadid:16) ayet-i kerimesini indirerek onları ikaz etmiş. Bu ayet-i kerime nüzül olduktan sonra o durumdaki sahabeler hemen içine düştükleri vaziyeti anlayıp bu ayet-i kerimenin muhatabının özelde kendileri olduğunun farkına varıp günlerce ağlayıp-hayıflanıp tevbe ve istiğfar getirerek manevi durumlarını düzeltme yoluna gitmiş ve bir daha öyle bir duruma düşmemek için de sürekli teyakkuz halinde olma kararı alarak bunu – yani bu teyakkuz halini- son nefeslerine değin Allah (c.c)’nun izniyle istikrarlı bir şekilde sebatla sürdürmüşlerdir. Öyle ya, kaşıkla toplayıp kepçeyle dağıtmak büyük zarar olsa gerek.

Rabbimizden niyazımız: Bizleri dünya sıkıntılarında boğulmayan, genişlikte de rehavete kapılmayan, kendisi ve ailesi için istediklerini Ümmet için de isteyen ve bu istemenin gereği olarak da imkanlar dahilinde gereğini yapanlardan eylesin. Nasıl ki kendimiz ve ailemiz için istediklerimizi tüm imkanlarımızı seferber ederek yapmaya çalışıyoruz. Öyle de ulaşabildiğimiz her fert – her aile için de imkanlarımız bizim söylediğimiz -dile getirdiğimiz- yani beyan ettiğimiz kadarıyla değil, her şeyden ama her şeyimizden haberdar olanın bildiği kadardır. Dolayasıyla imtihanımız da beyana göre değil var olana göredir.

Hani derler ya dört yanlış bir doğruyu götürür. Böyle olsaydı, belki teyakkuz hâli nispeten elden bırakılabilinirdi. Ama öyle ağır bir davanın yükünü omuzlamışız ki kesinlikle ve kesinlikle teyakkuz hali bir an dahi elden bırakılmazsa yeridir diye düşünülmelidir. Malumdur, teyakkuz hali elden bırakılır da gaflet hali galebe çalarsa katmerleşmeye yüz tutarsa (Allah muhafaza) bir yanlış, hayatın tüm sermayesini de tüm doğrularını da götürebilir! Böylece kaşıkla toplanılan değil kepçeyle kazanla dağıtılmış olunur. Allah (c.c) hepimizi bu gibi durumlardan muhafaza etsin. Son nefesimize kadar –son nefesimizde dahil- hep razı olduğu ameller işlemeyi bize ve ehlimize ve de Ümmet-i Muhammed’e nasip etsin.

“Ya Rabb! Kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanetinde emin kıl.” (Amin. Amin. Amin)

“Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet de elemdir.” kaidesini hiç mi hiç unutmayalım!

Vesselam.

Ömer Faruk Aykan / 1 Nolu T Tipi Cezaevi

A/23 Aliağa / İzmir
 
 
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir