• DOLAR 34.463
  • EURO 36.573
  • ALTIN 2921.734
  • ...
GÖNENLİ  1943 Yılı, Milli Şef Dönemiydi.
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Yolda ağır ağır adımlarla vakarlı bir şekilde yürüyen adama baktılar. Kur`an öğrenmenin yasaklandığı bu istibdat döneminde hayatı, evinde kendisinin ve başkaların çocuklarına Kur’an öğretmekle geçen altmış yaşlarına yakın olan adamın üzerinde, insanı ilk bakışta etkileyen bir heybet vardı. Yanındaki sordu:

- Kim bu?
 
- Bu mu? Tanımıyor musun?
 
- Hayır.
 
- Bu, Gönenli Mehmet Efendi! Evinde ve açtığı Kurslarda çocuklara Kur`an dersi
veriyor.
 
- İnsanı etkileyen bir görünüşü var.
 
Ansızın arkadaşı telaşlandı:
 
- Hey, bir şeyler oluyor galiba. Yaklaşalım.
 
Bir sivil polis ona iyice yaklaştıktan sonra edepsizce seslendi:
 
- Hoca!
 
Gönenli, yavaşça sese doğru döndü. Daldığı düşüncelerinden ayrılan başı, muhatabını aradı. Henüz cevap vermemişti ki, konuştu.
 
- Hoca! Sen hala çocuklara Kur’an öğretiyormuşsun. Söyle bakalım neyle dönüyor, bu
değirmenin suyu. Bu kadar parayı nerden getiriyorsun.
İçinde hem tehdit hem de tariz olan bu sözler karşısında birden celallendi. Karşısındakinin kim olduğuna bakmadan:
 
- Evet, doğru, dedi. Elimden gelse bütün İstanbul halkına, dağına, taşına öğretmek
istiyorum.
 
Bu ani ve sert tepkiyi beklemeyen Sivil Polis, sessizce yolunu değiştirip ayrıldı. Arkasına dönüp bakarken kendi kendine mırıldanıyordu: “ Ee Hoca, sen bağır bakalım sokak ortasında. Elbet bizim de bağıracağımız bir gün gelir.”
Aklı talebelerinde olan Gönenli, eve doğru yoluna devam etti. Sanki biraz önce hiçbir şey yaşanmamış gibi tekrar derin düşüncelere daldı. Yeni açtığı Kur’an Kursunun zemini soğuktu. Talebeleri üşüyor ve öğrenmekten geri kalıyorlardı. Bir çaresini bulmalıydı. Bu düşüncelerle evine vardığında gözü çocuklarına takıldı. Her biri bir minderin üzerinde oturmuş, babalarına bakıyorlardı. Gönenli’nin gözleri fal taşı gibi açıldı. “Nasıl da düşünemedim” dedi içinden. Çocuklarına seslendi:
 
- Evlatlarım! Şu minderleri bir de şu yastıkları babanıza verin. Haydi yavrularım,
toplayın şunları.
 
- Ne oldu baba? dedi çocuklarından biri.
 
- Evladım, bunları talebelerime götüreyim. Siz mindersiz, yastıksız da yatarsınız.
 
Onlarsa ilim erbabı olacaklar. Haydi yavrularım.
 
Çocukları ve hanımının şaşkın bakışları arasında toplanan minderler ve yastıklar evden çıkarılıp götürülmüştü bile. Aslında ailece alışkındılar bu davranışlara. Babalarının talebelerine olan düşkünlüklerini biliyor, zaman zaman da gıpta ediyorlardı.
 
O gece saat üç cıvarında kapısı şiddetle vurulduğunda Gönenli, gelenin kimler olduğunu anlamıştı. Ailesi telaşlı, çocukları uykunun mahmurluğuyla neler olup bittiğinin farkında olmadan aval aval bakıp duruyorlardı.
 
- Siz yatın çocuklar, dedi. Ben hallederim.
 
Kapıya yöneldi:
 
- Kim o? dedi.
 
- Aç, polis!
 
Aslında alışkındı gece baskınlarına. Eşi ve çocukları da buna alışmış olsalar da yine bir endişe duyuluyordu. Acaba babalarını götürecekler miydi?
 
Kapıyı yavaşça açan Gönenli, polislerle fısıltı şeklinde konuşuyordu:
 
- Hayrola memur bey evladım ne oldu?
 
- Hakkınızda şikâyet var, Karakola geleceksiniz?
 
- Ne şikâyetiymiş ki?
 
- Yasadışı yollarla Kur’an öğretiyormuşsunuz. Karakola gelirseniz anlarsınız.
 
- Evladım, beni tanırsınız ben kaçacak biri değilim. Gecenin bu vaktinde gelmenize
lüzum yoktu. Beni çağıraydınız ben gelirdim, değil mi?
 
Görevli memur, Gönenli’nin verdiği sözü tutan biri olduğunu biliyordu. Daha önce de kendisini Karakola çağırdıklarında gelmiş, ifadesini verip gitmişti.
 
- Peki, dedi memur. Sizi iki gün içinde Karakola bekliyorum. Fakat iş bu defa ciddi.
 
Hazırlıklı olursanız iyi olur.
 
- Sağ ol evladım. İnşaallah yarın sizi ziyaret ederim.
 
Geldikleri gibi gecenin karanlığında kaybolan birkaç polisin arkasından bakakaldı. Karanlık zihniyetliler karanlığın içinde kaybolup gitmişlerdi. Ailesi ve çocuklarına bir şey hissettirmedi. Babalarının bu defa götürülmemesinin sevinci ve rahatlığıyla huzurlu bir şekilde yatan çocuklar, derin bir uykuya daldılar.
 
Ertesi sabah, birkaç parça kıyafetini hazırlayan eşi:
 
- Yolculuk nereye? dedi.
 
- Birkaç gün gelmeyeceğim. Anadolu’ya gidiyorum.
 
Karakola vardığında gerekli işlemler yapıldıktan sonra onu Denizli’ye sürgün ettiler. Bin bir eziyet ve meşakkatle görevliler nezaretinde uzun süren bir yolculuğun ardından Denizli Hapishanesine vardılar. Gardiyanların başı Müdüre çıktı:
 
- Efendim, İstanbul’dan bir hoca getirmişler. Nereye verelim?
 
Müdür, bu talep karşısında bir an durakladı. İçinde fırtınalar kopan biriydi. “Ne şansız adamım” dedi içinden. “Said Nursiyle uğraşmamız yetmiyormuş gibi şimdi de Gönenli… Hepsi de beni bulur bunların. Sanki memlekete başka hapishane yok.”
 
Başgardiyanın hala karşısında dikildiğini gören Müdür:
 
- O`na sordunuz mu, nereyi istiyor?
 
- Sorduk efendim.
 
- Eee
 
- İdamlıklar neredeyse orası olur, diyor.
 
- Alay mı ediyor?
 
- Hayır efendim. Gayet ciddi bir şekilde konuştu.
 
Aklına gelenler karşısında muzip bir şekilde gülen Müdür tereddütsüz konuştu:
 
- Pekâlâ, madem istiyor ne yapalım.
 
- Yani oraya mı verelim efendim?
 
- O istiyor, ne yapalım.
 
- Ama…
 
- Aması maması yok başefendi. İstiyorsa vereceksiniz. Hem korkma parçalamazlar onu.
 
Son sözlerini söylerken içinden “Keşke parçalasaydılar da kurtulsaydık.” diye düşünüyordu.
 
Başgardiyan, mesajı anlamıştı. Gönenli’nin yanına vardığında onu bir gardiyanla beraber idamlıkların koğuşuna yolladı.
Koridorlardan geçip bir kapının önünde durdular. Kapıyı açan gardiyan:
 
- Hoca efendi, dedi. Burada 25 kişi var. Hepsi de azılı katillerdir, ona göre.
 
- Merak etme evladım, hayır olur inşaallah.
 
- Benden söylemesi.
 
Ayağını koğuş kapısının pervazına besmeleyle beraber attığında, kulağına fısıltı şeklinde bir ses geldi:
 
-Bugün 1 Muharrem. Bu sana Allah’tan geliyor.
 
Sağına soluna bakındı. Ses kimseden çıkmamış, adeta manevi bir nida kulağına üflenmişti. Ne bir santim ileri ne bir santim geri gidebildi. “Allah’ım!” dedi içinden. “Hayatımda bu kadar tatlı bir nida işitmedim.”
 
Birden dudaklarından gayri ihtiyari bir beyit döküldü ve adımlarını koğuşun içine doğru atarken okumaya başladı:
 
-Kahrın da hoş lütfun da hoş
 
Senden gayri har şeyler boş
Koğuştakiler bu sözler karşısında şaşkın şaşkın Gönenli’ye bakarken, Koğuşağası hemen oturduğu makamdan kalktı ve diğer mahkûmların hayretvari bakışları arasında Gönenli’yi kollarından tutup yerine oturttu. Bu saygının ifadesiydi.
 
- Kardeşim, dedi Gönenli. Ben burada oturamam, gel otur.
 
- Hayır, hocam dedi Koğuşağası saygılı bir şekilde. Bundan sonra orası senin yerin. Ne
emredersen bana söyle. Gerisine karışma.
 
Etrafını saran azılı katiller hem olanlara bir anlam veremiyor hem de bu yaşlının buraya niçin düştüğünü merakla öğrenmeye çalışıyorlardı:
 
- Hocam, dedi biri. Sen kimi öldürdün?
 
Gülümsedi Gönenli:
 
- Kimseyi öldürmedim, ama Müdür bey nereyi istersin diye sorunca, sizlerle olmak
istedim.
 
İnanılacak gibi değildi. Herkes kendilerinden kaçmak isterken bu yaşlı, isteyerek onları tercih etmişti. İlerleyen günlerde onlara yaptığı vaaz ve nasihatler, taşlaşmış yüreklerinde etkisini göstermeye başlamış, koğuş beş vakit namazı cemaatle kılar olmuştu.
 
Bir gün Koğuştaki mahkûmlardan biri diğerine konuşuyordu:
 
- Var ya şu ihtiyar gelmeden, biz birer ölüydük de haberimiz yoktu. Allah ondan razı olsun.
 
- Sayesinde Kur’an okumayı da öğrendim. Sahi çıkınca artık hasmını öldürmeyi düşünüyor musun?
 
- Tövbe tövbe, estağfirullah. Buradan çıkarsam değil hasmımı, Allah`ın yarattığı bir canlıya bile zarar vermem.
Günler geçtikçe mahkûmlarda daha da iyileşmeler gözleniyordu. Mahkemeye götürüldüğü günlerden birinde ellerinin bağlandığı sarıklı kişiye iyice bakınca Bediüzzaman Said Nursi olduğunu gördü. Memnun memnun gülümsedi. O da aynı memnuniyetle tebessüm edip konuştu:
 
- Hoş geldin Mehmet Efendi, hoş geldin. Kardeşim, sen burada lazımdın. Bir imamımız yoktu. Allah onu da gönderdi. Kardeşim Mehmet, burada büyük bir hizmet var. Burası Medresi-i Yusufiyedir…
Yol boyunca iki muhabbet ehli, beraberce kelepçeli olarak konuşup durdular. Bir ara Gönenli’ye dönen Bediüzzaman:
 
- Kardeşim, bana biraz Kur’an okur musun? dedi.
 
Gönenli’nin hazin okuyuşu karşısında gözleri tabiatın yeşil manzarasına takılan Üstad tefekkürdedir: “Biz Kur’an’ın manasına çalışıyoruz. Gönenli ise lafzına çalışıyor. O`nun talebelerini de kendi talebelerim gibi kabul ediyorum.”
Altı yedi ay sonra gittikleri mahkemelerin birinde her ikisi de beraat ettiği zaman, Gönenli İstanbul’a dönmüş talebelerinin başında yerini almıştı.
 
Bir gün tekrar bir şikâyet üzere karakola gitmek için yolda bir tanıdığına rastladı:
 
- Hayrola hocam, der tanıdığı, nereye böyle?
 
- Karakola gidiyorum evladım. der.
 
- Hayırdır hocam, yine ifadeye mi çağırıyorlar?
 
- Sohbete gidiyorum evladım, sohbete.
 
Kendisiyle beraber Karakola kadar gitmeyi teklif ettiğinde, Gönenli kabul etti. Birazdan karakola varmışlardı. Gönenli kapıda arkadaşına dönerek:
 
- Evladım sen kapıda dur, ben çıkacağım şimdi, dedi.
Gönenli içeri girdiğinde polisler onu sorguya aldı:
 
- Hoca, nereden buluyorsun bu kadar parayı, söyle bakalım? Hakkında şikâyetler gittikçe artıyor, ne diyorsun?
 
- Allah gönderiyor evladım, Allah gönderiyor.
 
- Ya, demek Allah gönderiyor. Peki, bize niye göndermiyor ha?
 
- …
 
- Söylesene hoca, neden bize de göndermiyor?
O anda içeri Süleymaniye Emniyet Amiri girdi. Diğer polisler hürmet için ayağa kalktılar. Emniyet Amiri Gönenli’yi görünce:
 
- Hocam sen ne yapıyorsun burada, dedi hayretle.
 
Hocanın cevabı daha ilginçti:
 
- Arkadaşlarla sohbet etmeye geldim.
 
- Hocam bir haftadır seni arıyorum. Bende bir emanetin var. Elini öpeyim hocam.
 
Gideceğim.
 
Bu arada elini cebine attı ve para zarfını çıkardı. Gönenli’ye uzattı. Gönenli, polislere döndü:
 
- Ben size Allah gönderiyor diyordum da inanmıyordunuz. Şimdi ben mi istedim bu zarfı.
Zarfı cebine yerleştirdikten sonra, polislerin şakın bakışları arasında kapıda kaybolup gitti.
 
 
 
 
 

Mehmet Ali Gönül / İnzar Dergisi / Aralık 2011

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir