• DOLAR 32.455
  • EURO 34.829
  • ALTIN 2438.673
  • ...
Bir Doğuş ve Oluş Adımı, İntibah Kıvılcımı…
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi
 
“O gün malların ve evladların faydası olmaz. Ancak Allahu Teâlâ’nın huzuruna selim ve temiz bir kalble gelenler kurtulur.” (Şuara, 88,89)

“Şüphesiz ki Allahu Teâlâ (mükâfatlandırmak ve cezalandırmak için) sizin dış görünüşünüze bakmaz. Fakat O, sizin kalb (niyetler)inize ve amellerinize bakar.” (Ebu Hureyre (r.a)’den rivayetle, Müslim, Birr, 33)

“Herkes sabah olunca (dünya pazarında alışverişe çıkar ve bir şeyler uğruna) nefsini satar. Kimi (hayırlı amellerde bulunmak suretiyle) nefsini cehennemden azad eder; kimi de (kötülük işlemek suretiyle) onu helak eder.” (Müslim, Taharet, 1)

Zahire kısılmış gafil gözler sadece dünyaya bakar ve baktığı her nesnede dünya menfaatini arar… Fayda ve zararı da dünya kaybından ibaret sanır ve aldanır. Zira gafilin gönül gözü perdeli ve can kulağı hakikate kapalı olduğu için ahirete kör ve sağırdır. Cismaniyete odaklı akl-i meaş, sürekli dünyalık düşünür, sadece bu dünya için sevinir ve üzülür. Dünyalık işleri düzelince neşelenir, bozulunca da kederlenip üzülür; çünkü zahir gözü yalnızca dünyayı görür… Derdi, elemi ve sevinci hep dünyadan ibarettir. Ömür boyu anlık hayali ve süfli dünyalık hazların peşinde koşturur durur. Cismaniyetini tatmin etmekle mutlu olacağını sanır ve aldanır. Hayatı mahza serap ve kayıptır ama gafil kaybın farkından çok uzaktır. Kaybın farkına varmak için uyanmak lazımdır…

Teveccüh ve alaka iki anahtar kelimedir; madde ve manada, her mevzuda intibah ve inkişafın yolu, ilk kıvılcım ve başlangıç adımı teveccüh ve alakadır… İnsan neye teveccüh ederse, o şeye alaka duyar ve alaka duyduğu şeyi de sever ve önemser… Ancak en çok sevdiği şeye değer verir ve korumak için çaba ve itina gösterir. İnsanın çabası, tevveccüh ve alakasının en bariz yansıması ve maksadının da aynasıdır. İnsanı çaba ve çalışmaya sevk eden teveccüh, aşk ve alakadır… “Aşk olmayınca, meşk olmaz!” sözü bu gerçeği anlatır… Her hareketin mihrakı teveccüh, aşk ve alakadır. Bütün mesele; teveccüh ve alakanın uyandırılması; bir intibah ve inkişaf davasıdır… Zira intibah vaki olmadıkça, teveccüh ve alaka, çaba ve çalışma olmaz… Çaba ve çalışma olmayınca inkişaf ve maksad hâsıl olmaz…

“Kim bu dünyada (hakikatlere) kör ise, o kimse ahirette de kördür; hatta yol bulma cihetiyle şaşkınlığı daha da beterdir.” (İsra Suresi; ayet; 72)

Kayıp elbette acıdır ama kaybın farkında olmadan şuursuz bir cenaze gibi sureta yaşamak çok daha acıdır… Dünya müzahrefatıyla heder olan bir ömrün akıbeti hüsrandır… Dava, ölmeden önce uyanmak ve kaybın farkına varıp kazanmak ve kurtulmak için fırsat varken yola çıkmaktır. Haddizatında anlamak için insana bir ömür yetmez; on ömür de yaşasa insan yine hakkıyla anlayıp idrak edemez… Ekseriyetle insan kafayı mezar taşına vurmayınca tam manasıyla uyanamaz, işi anlayamaz… Dünya sarhoşluğuyla kapıldığı akıntının içinde yuvarlanır gider de nereye ve niçin gittiğini durup düşünmez… Zaman değirmeni ömür buğdayını an be an ve hiç durmadan öğütüp dururken acaba biz nerede ne halde ve nelerin derdindeyiz? Bu hal üzere yaşayıp gidersek acaba kurtulabilecek miyiz? Sanki sırat köprüsünü geçmiş gibi umursamaz haldeyiz… Hâlbuki derdi ve endişesi dünya olan kimsenin dünya dolusu derdi, endişesi ve kederi olur… Gaye ve endişesi ahiret olan, dünya dertlerinden, her türlü elem ve kederlerinden azade olur…

Mademki dünya mümine zindandır; zindanda yaşanan hüzün, hasret, çile ve hicrandır… Zira bu dar-ı fenanın sonu virandır… Ne kadar severse sevsin, dünya insana kalmayacaktır… Bir gün ister istemez sahip olduğunu sandığı her şeyi geride bırakıp dünyadan ayrılacak ve öteler âleminde dünyada iken işlediği amellerin sonucunu bulacaktır. Zaman, mekân ve her türlü imkân ahirete tahvil edilebildiği nispette kâr ve kazançtır. Ahirete tahvil edilemeyen her şeyin sonu kayıp ve hüsrandır! Henüz can ten kafesinde yaşarken, her türlü telafi imkânı eldeyken kurtuluş adımını atmak ve kaybın farkına varıp kazanmak için çalışmak lazımdır…

Vakit varken uyanmak, fırsat varken çalışmak ve şu muvakkat ve emanet ömür sermayesiyle ebedi saadeti kazanmak için her ân’ı değerlendirmek lazım…

Şu gelip geçici fani dünya, insanın önüne açılmış muayyen ve muvakkat bir imtihan sayfasıdır; her ân’ı ahiret hesabına değerlendirilmesi gereken kazanma ve kurtulma fırsatıdır… Anlamak ve gerektiği gibi en güzel şekilde bu fırsatı değerlendirmek insana kalmıştır… Dünyadan eli boş gidenlerin ahireti hüsrandır! Mademki insanın davası cehennemden kurtulmak ve ebedi saadete kavuşmaktır; bu gayenin yolu da yine dünyadan geçer. “Dünya ahiretin ekin tarlasıdır.” Buyurmuş Hz. Peygamber (s.a.v)… Kurtulmak için bu dünyada rotayı düzeltmek ve son nefese kadar doğru pusulayı izlemek icab eder…

Dünyada iradesi elinde ve gücü kuvveti yerinde olduğu halde kurtuluş adımını atamayan gafil insan, yarın kabir âleminde ve mahşerde iradesine kilit vurulduğunda, heder ettiği ömrün hasretini çeker…

Hadis-i şerif meali: “Anne ve babasının terbiye edemediği kimseyi gece ve gündüz (yani zaman içinde yaşadığı hadiseler) terbiye eder. Günlerin terbiye edemediği kimseyi de cehennem terbiye eder.”

Her hâlükârda insan edeb ve terbiyeye muhtaçtır. Nefis planında esaslı bir terbiye süzgecinden geçmeden kâmil manada insan olması imkânsızdır. Edep, ahlak ve terbiyeden mahrum insan, sadece sureta insandır; hakikatte ise hayvanattan aşağıdadırlar… Nasıl ki dünyada şuursuz hayvanların evlere ve camilere girmesine izin verilmezse; ahirette de edep, ahlak, iffet ve hayâ gibi ulvi imani faziletlerden yoksun sureta (görünüşte) insanlar da cennete giremezler. Cennete girebilmek için sireten ve ahlaken hakiki insan olmak lazımdır. Elbette yan gelip yatarak ve keyfine göre yaşayarak hakiki insan olunamaz. Zira keyfe ma yeşa yaşamak hayvanlara mahsustur. İnsanın farkı, ulvi ahlaki faziletlerle muttasıl olan ruh ve şuurdur… İnsan, şuuruyla ve terbiye edildiği kadarıyla insandır… Yoksa bedeni ihtiyaçları, tutku ve nefsani ihtirasları sair hayvanattan farksızdır. İnsanı insan kılan, edeb, ahlak, iffet ve hayâdır…

İnsan, ulvi ruhlar âleminden, süfli dünya âlemine indirilerek, mücehhez ve müzeyyen bir imtihan salonu mesabesinde olan yeryüzünde imtihana tabi tutulmuştur. İmtihan hikmeti icabı, “nefis” denilen bu süfli âlemin hayali zevklerine müptela karanlık gölgesiyle eceli muayyen bir müddet zaman beden evinde birlikte yaşaması gerekmiştir… Nefis, insanın dünyaya bakan yönü ve dahi imtihan vasıtasıdır… İnsanın ulvi âleme yükselebilmesi için; dünya denilen süfli âlemde bazı çaba ve çalışmalarla nefis engelini aşıp yükseliş imtihanını kazanması icap etmiştir. Dünya, dar-ı fena, yani geçici vatandır ve insan için muvakkat bir imtihan sahasıdır… Dünyaya geliş gayesini unutarak zevk-u sefaya dalanların akıbeti acıklı bir hüsrandır…

“Siz iyi ve güzel şeylerinizi dünya hayatınızda harcayıp tükettiniz ve bunlarla sefa sürdünüz. (buraya bir şey bırakmadınız.) yeryüzünde haksızlıkla büyüklük taşlanmanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı artık bugün aşağılayıcı azap ile karşılanarak cezalandırılacaksınız!” denilir. (Ahkaf Suresi: 20)

Ahiret azabı, dünya şehevatına dalıp ölümü ve akıbeti unutmanın, nefsini heva ve heves yolunda kullanmanın ve sırat-ı müstakim’den ayrılıp şeytana uymanın neticesidir… Tıpkı dünya hayatında zararlı nesneleri yiyip içerek veya bedeni suiistimal ederek insanın bir takım hastalık, sıkıntı ve ıstıraplara giriftar olması gibidir…

İşte ahiret azabı, dünya hayatında işlenen günahların ve iradesini kötüye kullanmanın neticesidir…

Dünya, “dârû’l-gurur” yani aldanış yurdudur… Tıpkı afyon gibi insanı uyutur ve uyuşturur… seyrine hayran olanları illüzyon gibi uyutarak gerçeği, ölümü ve akıbeti unutturur… Dünya rüyasına kapılıp akıbeti unutan maalesef hapı yutmuştur… Aldanmak ve kapılmak çok kolay ama uyanmak, gerçeği görüp anlamak ve akıntıdan çıkıp kurtulmak zordur… İnsan bir defa...
 
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir