• DOLAR 32.564
  • EURO 34.971
  • ALTIN 2449.447
  • ...
Yüce Rabbimden Müjdeler...
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

“İslam’da önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek, örnek alanlar ve onları hayırla yâd edenlere gelince; Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah onlara içinde ebedi olarak kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur”

“Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cenneti vermek suretiyle satın almıştır. Onlar Allah yolunda cihad ederler, öldürür ve öldürülürler. Bu Tevrat’ı da, İncil’de ve Kur’an’da hak olarak verilmiş bir sözdür. Vaadini Allah’tan (cc) daha iyi yerine getiren kim vardır? Yaptığınız bu alışverişten dolayı size müjdeler olsun! En büyük kurtuluş işte budur”(Tevbe, 100-111)

Din olarak İslam’ı, peygamber olarak Hz Muhammed’i (as) saadet ve huzurun kaynağı olarak Kur’an-ı Kerim’i kitap olarak kabul edenlere, Rabbimden müjdelerdir, gözümüzün aydınlığı, gönlümüzün şifası.

Şahadet ederim ki Allah (cc) vardır ve ondan başka ilâh yoktur. Bilmiyorum ve tanımıyorum bir başkasını. Yine şahadet ederim ki, Muhammed (as)  onun kuludur ve resul ü dur. Benim de tek yol göstericim ve önderimdir. Diyen bu kutsal davanın gönül erleri ve kardeşleri bu hakikatlere olan samimiyetlerine binaen her zaman imtihan olmuşlardır. Kalu bela hakikati gereği, yapılan şahadetin hakikati gereği, teslimiyetin bir ölçeği olarak; musibetler, dertler, sıkıntılar, çaresizlikler, hapisler ve zindanlar uğrar iman ve teslimiyetimize. Eğer insan olduğumuzu kabul ediyorsak ki, başka bir iddiamız da yoktur. İnsaniyetimizin kutsiyeti ve İslami fıtratımızın gereği olan yüce İslam dininin bütün gerçeklerine muhtacız ve müteşekkiriz.  

Fıtri olan bu istek ve arzularına cevap olan İslam dininin gereğini yaşaması, insan olması hasebiyle onun en doğal hakkıdır. Bu gerçeğe hiçbir insan ve insanlardan oluşan düzen engel olamaz olmamalı, aksi halde insanlığın gerçeğine yenik düşen mahlûk, hem de zavallı bir mahlûk durumuna düşmekten kendini kurtaramaz.

İlk Müslüman olan Muhacir ve Ensâr, kayıtsız ve şartsız İslam’ın gereğini yaşadılar. Bu uğurda canlarını, mallarını, evlatlarını ve nefislerinin hoşuna giden her şeylerini feda ettiler. Öldüler, öldürüldüler. Tek bir tasaları vardı; “acaba Allah (cc) bizden razı mıdır?” Onları takip eden samimi ve ihlaslı Müslümanlar da kulluklarının şuuruyla kendilerine emanet edilen Kur’an-ı Kerim ve sünneti seniyyenin esaslarını baz alarak, “Allah (cc) bizden ne istiyor? Ne şekilde davranırsak Allah bizden razı olur?” Endişelerini taşımışlar. Yakın tarihimiz de Kur’an’a ve sünnete hizmet adına ortaya çıkan ve Risale-i Nur adı ile iman hakikatlerini ve İslam’ın prensiplerini günün anlayışına uygun ve zamanın ihtiyacına binaen ortaya koyan Üstat Bediüzzamandır. Allah’a (cc) inkarın bir salgın hastalık gibi dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde ve halifeliğin kaldırılıp İslam’ı hatırlatacak hiçbir belirtinin olmamasına dikkat edilen laik cumhuriyetin hakim olduğu bir zeminde yaşamış ve cihad etmiştir. Şer-i hükümlerin çağ dışı kabul edildiği ve buna taraftar olanların düşman ve terörist ilan edildiği bu zamandı. Ona ve gönüldaşlarına  reva görülen  baskı, işkence, hapis ve türlü zulümlere rağmen o Kur’an’ın sesini o zamanın insanlarına ve şu ana kadar elli dile çevrilen eserleriyle dünyaya duyurmuştur. Bir İslam alimi olan Üstad eserlerinde İslam’ı yaşama noktasında ihlas ve kardeşliğin ve özellikle cemaatleşmenin önemini ve gereğini en ikna edici delillerle ortaya koymuş.  Ana tema olarak o; İnananlar kardeştir, bir vücudun azaları gibidir. İslami düsturları gereği inanç hayat derecesindedir. Hayatta kalmanın, mutlu ve huzurlu yaşamanın gereği, vücut azalarının sıhhat ve ahenkli çalışmasına bağlıdır,  mantığıdır. İslam esasların ortaya koyduğu hakikatler gereği, Müslümanlar cemaatleşmeli ve ümmet bilinciyle İslam’ı yaşamaya çalışmalıdır diye ifade etmiştir. Bu bilinçle Bediüzzaman ve dava kardeşleri bir araya gelir zaman ve zemine göre cihadın hükmünü yerine getirmeye çalışırlardı.. Fakat küfrü mutlak olan din düşmanları ise onu ve arkadaşlarını terörist ve terör örgütü olarak kabul edip, halka lanse ettiler. Bu şekilde onu, eserlerini ve davasını çürütmekti amaçları. O ise onlara cevaben: Biz imanımızı kurtarmaya çalışacağız. Bütün ehli imanın dahil oldukları ve üç yüz milyondan fazla fertleri bulunan bir mukaddes İslam topluluğu, İslam cemaati olmanın dışında, söz konusu sebep ve gerek dışında bağ ve bağlantılarının olmadığını, Kur’an’da “Hizbullah” ismi verilen ve bütün ehl-i imanın kardeşliği yönüyle kendimizi, Kur’an’a hizmetimiz için Hizb’ul Kur’an ve Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararname de suç olarak bu mana kastediliyor ise, bütün ruhumuzla tam ve en yüksek derecede ki bir iftiharla itiraf ederim ki (Hizbullahız). Eğer bu ifade ettiğimiz anlam dışında başka ithamlar kasti ifade ediliyor ise ondan haberimiz yoktur. Cevabını vermiştir. (Şualar, 450) Bu şekilde, Kur’an’ın emrine itaatin dışında başka hedeflerinin olmadığını korkusuzca ifade etmiştir.

Ashabı her halleriyle takip eden ve onları hayırla yad edenleri vasıfları hatırlandıkça bu paralelde Allah’tan (cc) müjdelerin devamıyla karşılaşırız. “Bu müjdeye erişenler tövbe edenlerdir, hamd edenlerdir, oruç tutanlar ile cihad veya ilim gayesiyle yahut, Allah’ın (cc) eserlerini tefekkür için seyahat edenlerdir. Rüku’a varanlardır, secdeye kapananlardır, iyiliğe teşvik edip kötülükten sakındıranlardır, Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına riayet edenlerdir, müminleri müjdele”( Tevbe, 112)  Bu müjdeleri hak edenler, Allah’ın (cc) rızasını kendi ve başka nefislere rağmen hedef kabul edenlerdir. İslam’ı yaşamak dışında hedefi olmayan Üstad bir eserinde bizimle bunları paylaşır. “Beni nefsini kurtarmaya çalışan bencil bir adam mı zannediyorlar? Ben toplumun imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim ahretimi de. Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divanı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca yalnızlığa mahkum edildim. Defalarca zehirlendim türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.(Tarihçe-i hayat, 960) Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Bütün ümmetin ve bunun bir parçası olan yirmi beş milyon Türk İslam toplumunun imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa  Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. İslam ümmetinin imanını selamette görürsem, Cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.(Tarihçe-i hayat, 962)

Bir İslam mücahidi olan Bediüzzaman ve dava kardeşlerine terörist ve terör örgütü suçlaması yapılırken, her yönden  kader ortağı olan, aynı düzenin ve dönemin müslümanlarına da aynı terör örgütü suçlaması yapılmaktadır. İslamı anlama, yaşama ve yaşatmak için takva üzerine kurulan bu cemaat de Allah (cc) yolunda cehd ve takva farizasını yerine getirmek için kurulmuş ve mücadelesini sürdürmektedir. Bu bağlamda Üstadın mahkemelerindeki savunmalarına ve açıklamalarına kulak verecek olursak ona, arkadaşlarına ve bu yolun yolcusu olan müslümanlara yapılan haksızlıklar ve hukuksuzlukları daha da çarpıcı bir şekilde okuma imkanını yakalarız.

Bir cumhuriyetçi olduğunu ifade eden Bediüzzamana, bu düşüncesiyle İslam’a aykırı davrandığını bildirirler. Bunun üzerine o da inancını ve bu konu hakkındaki fikrini şu şekilde açıklar:” Hülafa-i Raşidin, her biri hem halife, hem reisicumhur idi. Sıddık-ı ekber, aşere-i mubaşşere ve sahabe-i kiram elbette reisicumhur hükmünde idi, fakat manasız isim ve resim değil. Belki hak ve hukukun esasına, adaletin aslı esasına ve dinin, şeriatın tanıdığı ve dine uygun özgürlük anlayışını taşıyan, manası dine dayanan cumhuriyetin reisleridirler.

Eğer laik cumhuriyeti soruyorsanız; ben biliyorum ki, laikliğin manası, tarafsız kalmak, yani vicdan hürriyeti prensipleriyle, dinsizlere ve sefahatçilere karışmadığı gibi, dindarlara ve takva ehline de karışmaz ve müdahale etmez bir rejim ve yönetim biçimi olarak anlarım, şeklinde ifade etti.(Şualar, 445-446) Kur’an’a ve Sünnete göre hareket etmeye çalışan kendisine ve kardeşlerine reva görülen baskı, zulüm, hapis ve eziyetlere işaret ederek, olan ve olması gereken rejimlerine dikkat çekerek onlara ders vermektedir. Fakat eserlerinde anlaşılacağı üzere, laik cumhuriyetin olması gereken tarafsızlığını bozarak, dinsizliğe taraf çıktığını ve dinsizliği din olarak seçtiğini vurgular.

Hâkim rejimin gerçeğini daha açık bir ifadeyle mahkemedeki savunmalarında şöyle açıklar ve iş başındaki hükümeti de sorgulayarak devam eder.

Biz de sizlerden soruyoruz, sizi yanıltan, adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatanla milletle zarar verecek şekilde uğraşan, karşı çıkan, zındıklar, dinsizler ve münafıklar, hiçbir hak ve özgürlüğü tanımayan, tam baskı ve tam diktatörlük rejimine ”Cumhuriyet” ismini vermekle, tam dinsizliği, dinin bütün kaidelerini red ve terkini yönetimin “tarz ve rejimi” olarak benimsemekle, nefsin kötü arzularına mutlak surette uymaya “medeniyet “ ismi vermekle, keyfi olarak küfre zorlama, kanun ve adalete aykırı küfr’i bir baskı yapmaya “kanun “ ismini takmakla hem sizi yanıltıp kandırdılar, hem hükümeti uğraştırdılar, hem bizi perişan ederek, hâkimiyeti İslamiyeye  ve millete ve vatana ecnebiler hesabına darbeler vuruyorlar.(Şualar, 457)

Mevcut rejimin, İslam fıtratı üzerine yaratılan insanın insanlığına, pranga vurduğunu, ona insanca yaşama şansı vermediği,  bunu da tam Allah (cc) ve din düşmanlığı şeklinde yaptıklarını, bilmeyen yoktur. Gerek Kur’an-ı Kerimde belirlenen Hizbullah kelime ve anlamına atfen Hizbullahi olduğunu ilan eden Bediüzzaman Sait Nursi ve gerek, Hizbullahi olmaya aday müslümanlar bu durumun şahididirler. İnanıyorum ki; Kur’an ve sünnet doğrultusunda, Şeriatın izin verdiği derecede, istişare mekanizması sonucunda ortaya çıkan fetvalarla, bu camia Allah (cc) için,  hareket etmiştir, ediyordur. Bu yönden üstadın bir söylemini dinleyelim. “Dediler:- Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lazım. Dedim:- Evet lâzımdır. Fakat Kat’i bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniye olmalı.(yapılan hareketlere sebep Allah’ın (cc) rızası ve cihad hükmünün gereği için olmalıdır.) Eğer harekete geçiren ve o hareketi diğer bir hale ve harekete tercih ettiren siyasetçilik veya tarafgirlik ise tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki affedilir. İkincisi isabette etse, mesuldür (affedilmez.) (Sünühat). Düsturu gereği yapılan hareketlere kaynak olan içtihat isabet etmiş ise iki sevap vardır. İsabet etmemiş ise bir sevap vardır. İsabet etmediği halde sevabın alınması da çok manidardır. Çünkü bunda alacağımız en büyük ders, en büyük fedakârlıklarla beraber kulluğun gereğini ortaya koyma azmidir, cehdidir. Zaman, hikmetle bakan bakışlara her şeyi tefsir ediyor. Bu noktada İlahi bir müjde bizi karşılar ve yıllarca kanayan yaralarımıza derman olur ve oluyor. “Kim bildikleriyle amel ederse Allah (cc) ona bilmediklerini öğretir”

Çekilen sıkıntılara, dertler, musibetlere ise ne diyelim? Gelin bunu da kader ortağı olan Üstadımızdan dinleyelim: “Madem hakikat budur, bizde bütün kuvvetimizle deriz: “Ey dinini dünyaya satan, tam bir küfre ve inkâra düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız, Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kutsi hakikate başımız dahi feda olsun. Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapis dışında sizin sebep olduğunuz kahredici haller içinde yaşamak, hapis içinde devamlı Allah (cc) ile baş başa yaşamaktan daha fenadır. Bize karşı gelen böyle tam baskı diktatörlük rejimi altında hiçbir hak ve özgürlük; ne ilim öğrenme özgürlüğü, ne vicdan özgürlüğü, ne kişinin istediği dine girme özgürlüğü olmamasından dolayıdır ki namuslu ve dürüst olanlar ve dindar ve özgürlük taraftarı olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmamış. Biz de “Şüphesiz biz Allah’ın (cc) kullarıyız ve ona döneceğiz.”(Bakara, 156) Diyerek rabbimize dayanıyoruz.(Şualar, 447- 448) “Allah (cc) bize yeter o ne güzel vekildir”( Ali İmran 173) diyerek.

            Allah’ı (cc) ve dinini inkâr edenlere sözümüz, sorumuz ve cevabımız ve bakışımız da şu ayetlerle ihtardır. “De ki kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir kâinatı yerli yerinde tedbir ve idare eden? Onlar diyecekler ki Allah’tır (cc) Öyleyse “hala ona ortak koşmaktan korkmaz mısınız? de.

İşte hak olan Rabbiniz Allah (cc) O’dur, o halde hak olan şeyden başkası sapıklık değil de nedir? Ve siz o sapıklığa nasılda çevriliyorsunuz.” (Yunus, 31-32)

Kardeşlerin kardeşliğiyle (inşallah) gelecek İslam’ın zaferiyle müjdeler olsun . “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacak.” Üstadımızın müjdesiyle. Rabbime emanet olun.

Necla Zengin / İnzar Dergisi Mart 2011

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir