Malum bu yıl Türkiye'de “Aile Yılı” ilan edildi. Aile olmayı zedeleyen sebepler uzmanlarca rapor edilerek karar vericilerin masalarına bırakıldı. Aileyi tahkim etme, güçlendirme adına tüm bakanlıklar ve birimler harekete geçti. Ekonomik, psikolojik, sosyolojik ve kültürel destek paketleri açıklandı. Ve biz dindarlar yine büyük bir heyecanla meseleye sarıldık.
Öyle ya yıllardır, asırlardır söyleyedurduğumuz ancak modern çağa anlatmayı bir yana bırakın, modern kafalarca tahkir edildiğimiz "ailenin yapısını koruma" iddiamız, yine Kemalizm kisvesi ile ailenin temeline dinamit koyan laik sistem tarafından iyiden iyiye sahipleniliyor olması, dindarları cuşuhuruşa getirdi.
Gençliğin dejenere olması, içki, kumar, cinayet, şiddet, boşanma, teşhir ve benzeri alanlarda son 25-30 yılda geriye gidiş ve bozulma istatistiklerinin tavan yaptığı ve sadra şifa bir projenin geliştirilmediği bir zamanda, aileyi merkeze alan karar, gözümüzü de gönlümüzü de boyamıştır galiba.
Ancak üzülerek belirtelim ki devlete bu kararı aldıran şey dindarlık kaygısından ziyade doğurganlığın çok düşmesi ve yakın vadede doğuracağı yaşlı nüfus tehlikesidir. Yani düşük doğum oranları “milli beka” meselesi haline geldiği içindi. Ancak masalara konulan bütün çözüm yolları İslami referanslara götürmekte idi. Doğurganlık oranını yükseltecek tek şey aileydi ve aileyi tahkim edecek dünyada en doğru yol İslami prensipler idi. Dolayısıyla bir kez daha dindar halkın eylem ve söylemine ihtiyaç vardı. Ve "milli beka" söz konusu olunca kesenin de yasanın da sınırları söz konusu değildi. Öyle ki diyanetin irad ettiği "aile" konulu hutbe, başka zaman olsa diyanet başkanını kürsüden indirtecek kadar “İslami” idi. Zinayı yasak olmaktan çıkaran irade, tepeden tırnağa "kadın ve erkeği bir arada ve baş başa tutma" üzerine kurulmuş sistem, kadın sesinin haram oluşundan tutun da "aralarında evlenme engeli olmayanların baş başa kalması haramdır" diyecek kadar ileri gitmişti.
Zira istatistikler, artık dindarların da modern hayata adapte olduklarını ve doğurma oranlarında büyük düşüş yaşandığını ortaya koyuyordu. Devletin/iktidarın laik, Kemalist ve Batıcı kesimlerden “aile ve doğurganlık” meselesinde zaten bir beklentisi yok. Dolayısıyla "milli beka" söz konusu olunca cılız bir iki ses dışında laik ve Kemalistlerden de " Aile Yılı"na giydirilen İslami referanslara beklenen tepki gelmedi.
Bozulma ve çürümenin çözümünü ancak İslam'da buluyor olmaları elbette çok sevindiricidir. Ancak İstanbul sözleşmesi gibi yasalar ile aile ifsat edildikten sonraki bu tutum samimiyeti sorgulatmıyor değil ve bizleri de ürkütmüyor değil. Yine “beka” kaygısıyla faizsiz ekonomi modeline geçildi. “Faiz sebeptir sonuç değildir” denildi. Yerli ve yabancı tüm aktörler harekete geçti ve mukavemet gösterilemeyip faizsiz sistem lağvedildi. Yüksek faizli kırılgan ekonomi modeli işliyor tabii. Ama yine milli mülahazalar ile faize karşı çıkmıştık ve dindarlar eliyle işliyordu. Hakeza Filistin/Gazze meselesinde Siyonistlere tepkilerimizin dozu da milli menfaatlere tahvil ettiğimiz oranda düşüp yükseliyor.
Sistem ne zaman sıkışsa İslami referanslara ve dindarlara sarılıyor. Terörle, açlıkla, uyuşturucu ile, ahlaksızlık ile mücadelede; savaşlarda, seçimlerde hep dini referanslardan ve dindarlardan yararlandı. O yararlandı da yararlanılan dindarlar çok mu masum? Elbette hayır? Dindarların da çıkıp "kardeşim siz bütün kırık ve döküklerinizi İslam ile ve dindarlar ile restore ediyorsunuz. Ne zaman da işiniz bitse şamar oğlanına çeviriyorsunuz bizleri. Ne biz ne dinimiz restorasyon dini değildir. Madem İslam her derdinize devadır. O halde İslami hükümleri cari hükümler haline getiriniz" demeleri ve dayatmaları gerekmez mi?