Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş geçtiğimiz günlerde oldukça dikkat çekici bir açıklama yaptı: “Doğurganlık düşmeye devam ederse, 20 sene sonra belki askere gidecek genç bulamayacağız.”

Evet, doğru söylüyor Bakan. Türkiye’nin doğurganlık oranı düşüyor, hatta düşmeye devam ediyor. Genç nüfus oranı giderek azalıyor. Ama asıl mesele şu: Bu sonuca yol açan politikaların bir kısmı bizzat o bakanlık eliyle yıllardır teşvik edilmiyor muydu?

Kadınların iş hayatında yer alması gerektiği elbette konuşulabilir. Toplumun ihtiyacı ve ekonomik gelişme açısından önemli. Ancak bu konuda takip edilen yolun uzun vadeli sosyal yansımaları hiç hesaba katılmadı. “Kadınlar çalışmalı” söylemi o kadar abartıldı ki, ev kadınları değersizleştirildi. Ev hanımlığını, anneliği tercih eden kadınları bilgisiz, üretmeyen, toplumdan kopuk bireyler olarak etiketlediler. Oysa bir çocuğu dünyaya getirip onu sağlıklı, mutlu ve ahlaklı bir birey olarak yetiştirmek kadar topluma katkı sağlayan bir başka iş var mı?

Bugün gelinen noktada evlilik yaşı ileriye giderken boşanma yaşları hızla öne geliyor. Gençler evlenmek istemiyor, çocuk sahibi olmayı ise ciddi bir yük olarak görüyorlar. Aslında bunu sadece bireysel tercihler olarak değerlendiremeyiz. Çünkü toplumsal yapı değişiyor, ekonomi zorluyor, hukuk dengeleri sarsıyor.

Ekonomik açıdan baktığımızda tablo çok açık. Evlilik ve çocuk sahibi olmak maddi açıdan büyük bir yük olarak görülüyor. Kiralar, okul masrafları, sağlık giderleri... Bebek bezi bile lüks hâline geldi. Tüm bunları göz önünde bulundurunca gençler böyle ortamda nasıl çocuk düşünsün? Durum böyle olunca gençler evlenmeyi, hatta ev bark kurmayı bile büyük bir risk olarak görüyorlar.

Diğer tarafta, kadınların ekonomik olarak güçlenmesi gerekiyor dediler ama bu gücün toplumsal dengeyi nasıl etkileyeceği hiç tartışılmadı. Kadınlar ekonomik bağımsızlıklarını kazandıkça yalnız yaşamaya alıştılar ve evliliğe olan ihtiyaç azaldı.

Erkekler ise bu yeni düzene uyum sağlayamadı. Sabır eşiği düştü, tahammül kalmadı. Kadının beyanı esas ilkesine dayalı yasalar pek çok erkekte adalet duygusunu zedeledi. Neticede taraflar birbirine karşı güvenlerini kaybetti.

6284 sayılı kanunun yaşattığı mağduriyetleri ve aile kurumuna verdiği zararları görmezden gelip birde “dünyada eşi benzeri olmayan ve kadını koruyan çok kıymetli bir yasadır” diyorlar.

İşte aile kurumunun çöküşü tam da bu noktada başladı. Yüzeysel ilişkiler çoğaldı, bağlılık azaldı. Evlilik artık birçok kişi için anlamını yitirdi. Gençler kalıcı bir bağ kurmak yerine geçici çözümlerle yaşamayı tercih eder hâle geldiler.

Bugün Avrupa Birliği ülkeleri çalışan kadınlara neden kreş desteği veriyor, hiç düşündünüz mü? Amaç çocuk sayısını artırmak mı? Elbette ki hayır. Amaç, kadını tam zamanlı iş gücü içinde tutmak. Çocuk sahibi olmak bir öncelik değil, sadece iş hayatının parantezine alınmış kısa bir ara.

Türkiye’de aynı yolu izledi. Ama Avrupa’da doğurganlık düşerken bunu telafi edecek göç ve ekonomik planları var. Peki, bizde.. Bizde ise sorun sadece konuşuluyor.

Asıl dikkat çekici olan ise çözüm bulması gerekenlerin şikâyet eder duruma gelmesi. Doğurganlık oranı neden düşüyor sorusu soruluyor ama cevabı konuşulmuyor. Mevcut aile yasaları, ekonomik koşullar, toplumsal yönlendirmeler değişmeden genç nüfusun artması mümkün değil.

Doğurganlık oranlarının artması için neler yapıyoruz? Kadına gücünün ötesinde çalışma saatleri ve şartları ile gücü tükenip yere yığılana kadar çalıştırıp sonra evlilik ve çocuk sahibi olmasını istemek ne kadar samimi?

O zaman samimiyetle sormamız lazım, gerçekten çocuk istiyor muyuz? Yoksa sadece sayıların eksilmesinden mi rahatsızız?