Arada bir şiirleri karıştırmak iyi geliyor. Bazen yazanın kimliğine çok takılırız. Oysa “hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” hadisi şerifinin mucibince, kimin söylediği ikinci planda kalıyor.
Bakın rasgele karşımıza çıkan şairlerden biri; “Kalp görmedikten sonra göz görse ne olur görmese ne olur” diye başladığı şiirini nasıl bitirmiş: “Bekleyenin muradı heba olursa yolcunun yolu yarıda kalırsa, bu günün hesabı yarına varırsa, mahkemesi olsa ne olur olmasa ne olur.”
Bu “olsa ne olur, olmasa ne olur” kalıbını içine alem sığacak kadar uzatmak mümkün. Böyle hududu tayin edilemeyen hususlarda da tek merci insan üstü yasalardır.
Rabbinin verdiği sayısız nimete kul, nasıl teşekkür edeceğini şaşıracağı için Hak Teala, kulunun önüne iman ve ibadet denilen sınırları belli bir ödev koyar. Liste nettir: İman, itaat, dua, zikir, beş vakit namaz, bir ay oruç, zekat, hac, cihad, İslama davet, Kur’ana hizmet, sılayı rahim, güzel ahlak, velâ, bera, haramlardan ve kul hakkından uzaklık.
Şimdi tekrar “şu işin doğrusu yapılmazsa şöyle olsa ne olur, olmasa ne olur” ona dönelim. Bu motto, bir arabesk hüznüyle söylenirse, zahiren gerçeği de ifade etse müslüman bünyeyi çürütür.
O yüzden mesela, Bediüzzaman hazretleri, bu kötümser bakışı; “ehli gaflet dünyasının hakikati” şeklinde tarif eder ve bunu, onların dilinden şiirle tercüme ederken bir beyitinde: "Bu envâr, zulümat oldu, Bu ahbabı yetim gördüm." der. Ve buna karşılık “ehl-i hidâyet ve huzurun dünyalarının hakikati” dediği manayı harfi bakışını da şiirle terennüm ederken: "Eğer Allah'ı buldunsa, Bütün eşya senindir gör." der.
Uhud’dan sonra, Ebû Süfyân'ın, “Savaş sırayladır; bugün Bedir Savaşı'na bedeldir” deyince Resulullah(sav), ona şöyle cevap vermelerini emreder: “Evet ama eşit değiliz. Zira bizim ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz cehennemdedir.”
Sonra o şehid edenlerin de neredeyse hepsi iman ederler hatta şehid olurlar.
İmanla bakmayan bir nazar, bu denklemi asla çözemez.
Şöyle cürümlere sebep olmuş filan kimse hapisten çıksın mı çıkmasın mı?
Bunu, yüreğindeki evlat acısını; “Oğlum! seni yaradan, seni kendisi için seçmiş ben ne yapayım” diyerek bastırmaya çalışan annelere sormalı. Onlar; “çıksa ne olur, çıkmasa ne olur” diyorsa koca cihan, helallik yörüngesinde küçük bir bilye gibi yuvarlanır durur. Gece ve gündüz, her gün birbirlerine; “anne hakkını helal etti mi etmedi mi?” diye sürekli sorarlar. Ta ki kıyamet gününe kadar.
Allah azze ve celle, “tüm sonuçlar bu dünyada, her mahkemenin hükmü bu dünyada, ceza ve mükafattan ne varsa hepsi bu dünyada, ne düştüyse bahtınıza cemisi bu dünyada..” deseydi o zaman -hâşâ- “batsın bu dünya” diye isyan mırıldananlar, pir-i mugan sayılırlardı.
Sorun sadece şu:
Kavmî hakları, yüce İslama haksızlıkta arayanlara gereğinden fazla güvenenlerin strateji yoksunluğu. Batıdan esen rüzgara göre dümen kırmaları. Binanın temelinden kaçıp, alçıyla boyayla ilgilenmeleri..
Herkesin yolu ayrı, yol tabelası, işaret levhası ayrı. Filan yoldaki ışık, yeşil yansa ne olur kırmızı yansa ne?
Lakin sen de yaşa. Suçsuzsan neden ölmen istensin ki? Neden yoldan çıkışına selam durulsun? Yeter ki, kıvamın olsun. Vicdanın olsun. İzanın olsun, insafın olsun. Kırınca nedametin, sapıtınca geri dönüşün olsun.
Ancak suçluysan ve affedilmediysen, şurada olsan ne olur burada olsan ne. Sonuçta varacağın son durak önemli..
Adalet mi?
Allah’a tevekkülden daha güzel bir sabır vitamini yoktur.
Allah cc, kendi rızasını kazandıracak işler yapmayı kolaylaştırıyorsa asıl özgürlük odur.
Yoksa başkası, şu halde olsa ne olur bu halde olsa ne.