• DOLAR 32.45
  • EURO 34.829
  • ALTIN 2438.673
  • ...

Her şey İstiklal Caddesindeki patlama ile başladı demek safdillik olur.

Türkiye’nin Kuzey Irak ve Kuzey Suriye ile ilgili planlarının tarihi “Misak-ı Milli” hesaplarına dayandığı bir sır değil.

Sonuçta Türkiye öncelikli küçük hedef olarak ‘Misak-ı Milli’yi akabinde de ‘Kızılelma’yı kendisi için kutsal bir hedef olarak her fırsatta ilan etmekten çekinmiyor.

Misak-ı Milli konusunda tabiri caizse ‘komşu ülkelerin’ Türkiye’ye ait olanı bir şekilde işgal ettikleri anlayışı ortaya çıkıyor.

Yoksa normal şartlarda hem Balkan ülkelerinin hem de güneydeki ülkelerin sınırlarında kalan yerler konusunda istek içinde olmanın uluslararası hukuk çerçevesinde bir yeri olamaz.

Uzun süredir Menbic konusunda ABD ve Rusya’yı ikna etmeye çalışan Türkiye’nin, bu iki ülkenin vetosuyla durmak zorunda kaldığı bilinen bir gerçek.

Şimdi değişen konjonktür ve yaklaşan seçimlerle birlikte yeni bir sürece girileceği zaten bekleniyordu.

Türkiye bu operasyonu genişletmek ve (şimdilik) Dicle Nehri’nin batısındaki tüm alana yaymak istiyor.

Rusya’nın Ukrayna’da ve İran’ın kendi içinde oldukça meşgul bulunduğu bir dönemde bu operasyon için ikna edilmesi gereken en önemli aktör olarak ABD kalıyor.

Kısa bir süre önce ABD ile yapılan yoğun diplomasi trafiğiyle ABD’nin kısmi operasyona onay verdiği belirtilmişti. Nitekim SDG (YPG) Başkanlık Konseyi üyesi ve Washington’daki temsilcisi Bessam Sakr, “Washington daha önce sattığı gibi bugün de bizi sattı ve Türk kara harekatı DEAŞ’ı zayıflatmayacak, aksine güçlendirecek” demişti.

PKK/YPG bir yandan Türkiye’nin olası operasyonunu durdurabilmek için ABD’ye yalvarırken bir yandan da Suriye’deki Baas Rejimi ile daha geniş manevra alanı için çekişiyor.

Baas güçleri tarafından “Kuzey sınırını koruyan birim” olarak adlandırılan PKK/YPG’nin Kürd halkına anlattığı gibi “Tüm ülkeler hep birlikte PKK’ye saldırıyor’ söylemi de tamamıyla bir propaganda ve ajitasyondur.

Nitekim dikkatlice bakıldığında tüm Batılı ülkeler daima onların yanında durup destek yağdırıyor.

Çevre ülkeler de birbirlerine karşı bu örgütü kıyasıya kullanmaktan çekinmiyor.

Kısacası PKK/YPG her taraf için ‘Kullanışlı bir maşa’ olmaktan öteye geçmiyor.

Türkiye’nin her operasyonu öncesi kendilerini kıymetli ve vazgeçilmez kılmak için DAEŞ’le mücadele ettiklerini ileri süren YPG/PKK’nin Batı Dünyası için başka bir anlamı olmadığını gösterse de kazın ayağı öyle değil elbette.

PKK/YPG, normal şartlarda Batılılar ve özelde işgalci siyonistler için bambaşka bir anlam ifade ediyor.

Türkiye’den bakınca devamlı bir “Terör Devleti” şeklinde yorum yapılsa da olay onunla da sınırlı değil, çünkü o söylem de içeriğinde yine milliyetçi saikler barındırıyor.

PKK/YPG oluşumunun Ortadoğu için en önemli anlamı ‘Siyonist ideallerin gerçekleştirilebilmesi için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmaya elverişli olmasıdır.’

Yani PKK realitesinin 40 yıllık tecrübesi gösterdi ki bu zihniyetin hakim olduğu topraklarda mutlak ateizm bayrağı dalgalanacak ve İslam’la ilgili en küçük bir tasavvuru olan devlet ya da yapılara karşı diş bilenecek, bunlara karşı da devamlı Batılı güçlere ve siyonistlere tüm imkanlar sağlanacaktır.

PKK’nin toplumsal varlığı belki bir realite olarak (bir süre daha) duracaktır ancak sayısı milyonları bulan Kürd halkı üzerindeki eğitim ve koordinasyon gücü elbette ki tehlike arz etmektedir.

Bununla birlikte birçok Kürd’ün sorduğu “Eee bizim de bir toprağımız olmasın mı?” sorusu günün milliyetçi şoven salvoları arasında savrulup dururken bunun 21. Yüzyılda ne kadar anlam ifade ettiği bir yana 40 yıllık vahşi ve gayr-i insani pratiğiyle PKK ile olmasındansa olmaması cevabını beraberinde getiriyor.