İslam dünyasında İslamî hareketlerin veya dindar seçmene dayanan partilerin iktidar ortaklığı çok eski değil, 1970'li yıllarda başlayan ve ancak son yıllarda görünürlük kazanan bir yeni güç gerçeğidir. Bu yeni güç gerçekliği, küresel güçler ve uzantılarınca bir türlü kabullenilemiyor.

Şöyle bir 20. yüzyılın başına dönelim: İslamî akımlar, istilacılara karşı samimiyetle savaşan yegane güçtür. Anadolu, Cezayir, Şam, Nijerya, Malezya, Endonezya… Hangi yön ve noktaya bakarsınız bakın o günlerde istilacı güçlerle işbirliği yapmayan tek yapı olarak İslamî yapıları bulacaksınız.

İslamî yapılar, kıt imkanlara rağmen, göğüs göğüse savaşarak istilacıları darmadağın ettiler, imanın güç verdiği bileklerinin hakkıyla zaferler kazandılar.

Ne var ki onlar, dış düşmanla savaşırken zaferlerini hisseden içerideki seküler asker ve bürokratlar, düşmanlara ulaşıp mukadder zaferin ardından yapılacak paylaşımı konuştular! Halkın desteğiyle asla alamayacakları bir koltuk uğruna, ülkelerinin geleceğini dış düşmanlara peşkeş çektiler.

Toplumlarına daima hüsnüzanla bakmış Müslüman önderler, bu ihaneti önleyemediler. Zaferlerden sonra, kendilerini dış düşmanla açıkça işbirliği yapan, mahzenlerde dış düşmana bağlılık yemini eden asker ve bürokratların mahkeme, zindan ve darağaçlarında buldular.

Bu, öylesine kahredici bir haldi ki 'vasal' konumunda iken milli kahraman ilan edilen bu sahte kahramanlar, İslamî kesimi siyasetten tamamen men etmekle kalmadılar, onların inançlarını dahi yasakladılar.

Dış düşman kovulmuş ama içerideki türediler, onlardan bir kat despot çıkmışlardı.

Dış düşmanların buradaki beklentisi belki de İslamî akımları kendilerine muhtaç etmek, sığınacak duruma sürüklemekti.

Müslüman önderler; işkence, zindan ve darağaçlarına razı oldular ama dış düşmanın ayağına kapanmadılar.

Bu, tarihin yüceliğini Resûl-i Ekrem'in ashabında bulan en onurlu duruşlarından biriydi.

Müslüman önderler ve onlara tabi İslamî akımlar, o büyük haksızlık karşısında dahi iç savaşlara neden olacak tutumlar içinde olmadılar. Kimi zaman boyun eğmişlik görünümü veren bir sabra yapıştılar.

Buna rağmen, bizzat özgürlük, hürriyet, adalet sloganı atan dış güçlerin vasallarının maharetiyle aşağılandılar, hapsedildiler, katledildiler. Bu da dünyanın gücü karşıtlarına karşı işkence fırsatına dönüştüren en alçakça düşmanlığıydı!

O sabırlı duruş karşısında bu çileden çıkaran düşmanlığın İslamî hareketleri yok etmesi bekleniyordu. Halbuki her geçen gün, İslamî hareketler daha çok kökleşip yeni güç gerçekliği güzergahında yol aldılar.

İslamî direniş, 20. yüzyılda iliklere işleyen zulümlere rağmen yoluna devam edip kazandı. O yüzyılın sonlarından itibaren pek çok yerde bu yeni güç gerçekliği ülkelerin yönetiminde yer edindi.

Dindar seçmen kitlelerine dayanan hemen hemen her yapı; henüz çıkar çevrelerinin etraflarını sarmadığı, her renge giren, muhafazakar görünümlü, hakikatte renksiz çıkar gruplarının onları kuşatmadığı günlerde seküler çevreleri hasetten çatlatan başarılar elde etti. Kendilerini yönetim konusunda beceriksiz zanneden iç ve dış mihrakların umutlarını kursaklarında bıraktı.

Bu kez de küresel güçler, istisnasız İslam dünyasının her noktasında 'eskime/bıkma' argümanını öne sürdüler; siyasete akılları ermeyen genç kitlelerde sahte bir 'değişim' talebi oluşturdular. Hiç sormaz mıyız? Siyaset söz konusu olunca sadece dindarlar mı eskiyor?

Ya sizin iki yüzyıllık köhnemiş modernizminiz hep yeni mi kalıyor? Çağlar değişti, insanlar değişti ama heykelciliğiniz, büstçülüğünüz, meyhaneciliğiniz, kumarcılığınız hiç eskimiyor mu?

Bağlılığınızı tapınma noktasına taşıdığınız Batı'nın vasalı, sahte kahramanlarınız hiç pas tutmuyor mu?
Ne yazık ki bu sorular sorulmuyor/sordurulmuyor?

Kitleler, nesneleştirilip demir yığını vagonlar gibi modernizm lokomotifinin peşine takılıyor. Kula kulluk her gün yeni gibi görünen ilkel törenlerle sürdürülüp geleceğe taşınıyor.

'Hepinizden bıktık!' tagları açanlar, tanrılaştırdıklarını sinsice istisna tutuyorlar ve kitlelerin buna kanmasını bekleyerek iktidar hayalleri kuruyorlar.