Kardeşim…
Can kardeşim…
Canım kardeşim…
Ruhu ince, bedeni narin, ahlakı olgun, simâsı nurâni güzel kardeşim…
Gidişinle tüm gaflet perdelerini yerle bir ettin.
Üzeri kalın hicaplarla örtülü ne çok şey varmış inandığımı sandığım…
“İnna lillah we inna ileyhi raciun” ayeti, çığlık çığlığa dökülürken dilimden, yüreğime kor gibi oturan ateş yakıp geçti tüm örtülü hakikatleri.
Zihnime dalga dalga gelen vesveselere meydan okurcasına “Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz” hitabını kalbime mühürledim.
Bir defasında ‘sıralı ölüm yok’ demiştin.
Şayet olsaydı ablan olarak benim sıramı aldın diye kızardım sana.
Sahi ben sana hiç kızar mıydım?
Hatırıma gelen tek şey sana kıyamayışım.
Yüzüne doya doya bakmaya bile.
Sabahlara değin süren sohbetlerimiz olurdu seninle.
Sahi ne de tatlıydı kelamın, sohbetin ne de güzeldi.
Konuşmaya başlarken sanki ağzında bal varmışçasına dilini damağında gezdirirdin.
Hele de söz gelip Rasulullah’a vardı mı, yüzüne bir canlılık gelirdi, sözüne bir tatlılık.
Ne çok severdin Allah’ın Habibi’ni…
O’na benziyor diye mi bilmem lakin, gülleri de çok severdin.
Çiçekleri, kuşları, kedileri, kokuları ve güzelliğe dair ne varsa hepsini.
Sevmekti en bariz özelliğin.
Ama kötülüğü, haksızlığı, zulmü, kabalığı gördün mü hiddetlenirdin.
İçten içe köpürür, kıpkırmızı kesilirdin.
Her halinle çok güzeldin…
Bazen yazarlardan, şairlerden, ariflerden bahsederdin. İsim vererek alıntılar yapardın.
Tüm kelimelerini özenle seçerek konuşur, gecenin bir yarısı sanki seyirci karşısındaymışsın gibi ses tonunu ayarlar, tek bir kelimeyi dahi öylesine söylemezdin.
Senin bu haline hayret eder, ama sana söylemezdim…
Bazen gözlerime uyku çöker kalkmaya davranırdım.
Tatlı tatlı ‘otur ya biraz sohbet edelim’ deyişin uyku namına bir şey bırakmazdı bende.
Uzunca bir sohbetten sonra ‘hadi bir kahve yap ta içelim’ deyişin, kahve pişene kadar tezgâhta arkamdan, bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelişin ve sohbete devam edişin ne güzeldi.
Anlatacak bu kadar şeyi nasıl buluyordun sahi.
Kısacık hayatında bu kadar çok bilgiyi ne ara biriktirdin diye sorasım gelirdi, soramazdım.
Seni övmek sana zarar vermekti zannımca.
Kalemine hayranlığımı hiç söylemedim bu yüzden.
‘Yüreğimin sen köşesi’ şiirini ne çok beğenmiştim.
Daha sen gitmeden sık sık dinler, istemsizce gözyaşı dökerdim.
Nedenini bilmezdim.
Şimdide dinliyorum, yine ağlıyorum fakat nedensiz değil.
Sanki bu günler için yazmışsın o şiiri.
Hayır hayır sanki ben sana yazmışım.
Ya da şimdilerde sana dair kalbimden geçenleri, o vakitler yazmışsın.
Çok tuhaf şeyler oluyor gittiğinden beri.
Sanki iklim değişti, mevsimler karıştı birbirine.
Gittiğin gecenin sabahında, ayaz çöktü sanki ‘Eylül’ün üzerine.
Soğuk bir rüzgâr savurdu seni, fani âlemden ebedî âleme…
Yanına güzel olan her şeyi de katarak…
Naifliği...
İnceliği...
Nezaketi…
Peki ya; şu geceye ne demeli?
Önceleri yüreğime ılık bir serinlik veren ay, şimdilerde kasvet dağıtıyor.
Gece oturmalarının tatlı sohbetleri, ürkek konuşmalara evirildi.
Eskiden de yıldızlar görünmezdi İstanbul semalarında.
Fakat şimdilerde zifiri karanlık bürüdü bu şehri.
Sanırım senli anılarımın çokluğu İstanbul’a ağır geldi.
Yarım kaldı hayallerin.
Defterinde yarım kaldı bana yazdığın şiirin.
Yarım kalan hayatın gibi, beni de yarım bırakıp gittin.
Gidişinle bir şey daha değişti.
Artık seni övmekten korkmuyorum.
Çekinmiyorum sana vereceğim zarardan.
Hep seni anlatmak istiyorum gençlere:
‘Bakın benim kardeşim bu günah çağında, gencecik yaşında, hiçbir harama bulaşmadı, tüm çekiciliğine rağmen dünyaya rağbet etmedi.
‘Asıl Vatanına’ hasret, ‘Gönül Ülkesi’nin Sultanına aşıktı.
Onu tanıyın ve örnek alın’ diye haykırmak istiyorum.
Çünkü okumayacaksın biliyorum…
Rabbimden niyazım şudur ki; seni şehitlerle birlikte haşr etsin. Çok sevdiğin Peygamberimize komşu eylesin. Rızasına nail edip, cemaliyle müşerref kılsın.
Bizim de vuslatımızı yakın eylesin… AMİN… Ya Râbbel-âlemin.