Bir fert, bir yapı, bir parti ve bir hareket her ortam ve şartta ilkeli ve dürüst olmalıdır. Hakkaniyete uygun hareket etmeli, adil olmalıdır.
Dün ile bugün, zayıf ve güçlü iken, fakir ve zengin iken, muhalefette ve iktidarda iken, her daim söyledikleri ve yaptıkları bir olmalı. Aynı tavrı takınmalıdır. Adaletin tecellisi, aleyhine de olsa lehine de olsa kabul etmeli, taksimatta kendisine düşen paya razı olmalıdır. Elbette ki yanlıştan, hatadan, günahtan dönmek bunun dışındadır. Dün söylediği ve yaptıklarının bugün yanlış olduğunu bilmesi farklıdır. Yanlıştan dönmek erdemdir, fazilettir.
Bu saydıklarımın altına herkes imzasını atar, kabul eder. Bütün yapılar böyle davrandıklarını söylerler. Ama maalesef pratiğe gelince gereğini yapmazlar. Hata ve yanlışlarını savunur, te’vil eder, kendilerini haklı göstermeye çalışırlar. Maslahatı gözettiklerini, mazlumların, Müslümanların kazanımlarını korumaya çalıştıklarını iddia ederler.
Size ilkeli olmanın, en azgın düşman ile karşı karşıya olunsa da nasıl ilkeli kalınabildiğini ortaya koyan Peygamber Aleyhisselamın siyerinde vuku bulmuş onlarca örnekten sadece birisini anlatacağım.
Peygamber Aleyhisselam, o dönemin hiçbir kanun, ahlak, vicdan, örf-adet, akrabalık hukukunu dinlemeyen, bunları ayaklar altına alan bir düşmanla karşı karşıyadır. Sahabesine gözleri önünde işkence ediliyor, Sümeyye gibi bir kadın işkenceyle şehit ediliyor. Başta kendisi, ailesi olmak üzere inananlar, her türlü yalan ve çirkin iftiraya maruz kalıyor. Mallarına, evlerine, çocuklarına dahi el konuluyor. Her türlü ekonomik boykota maruz bırakılıyorlar. Yurdunu ve barkını terk edip Habeşistan’a, Medine’ye hicret etmek zorunda kalıyorlar.
Düşmanları orada da onları rahat bırakmıyor. Askeri birlikler, ordular hazırlayıp peşlerine düşüyorlar. Sığındıkları Medine’yi yerle bir etmek, onlar öldürmek, sağ kalanları köle edinmek, mallarını ganimet olarak almak için harekete geçiyorlar.
İşte öyle bir düşmanla Bedir kuyuları başında karşı karşıya geliniyor. Müslümanların sayısı 300, Müşrik ordunun sayısı 1000. Teçhizat ve donanım olarak arada büyük bir fark var. Bir ferd, bir at, bir deve dahi değerlidir, kıymetlidir.
Tam bu hengâmede Huzeyfe el Yeman’la babası Huseyl, Medine’ye gitmek üzere yola çıkarlar.
Kureyş müşrikleri Huzeyfe ve babası Huseyl’i yolda yakalarlar ve onlara ‘Herhalde siz Muhammed’in yanına gitmek istiyorsunuz ’diye sorarlar. Onlar da ‘Bizim Medine’ye gitmek dışında bir maksadımız yok’ derler. Bunun üzerine, Medine'ye gitmek, Peygamberimiz Aleyhisselamla birlikte bulunmamak ve çarpışmaya katılmamak üzere, kendilerinden kesin söz alırlar. Fakat Huzeyfe ile babası, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına gelir ve başlarında geçeni anlatırlar.
Peygamberimiz Aleyhisselam, onlara:
"Medine'ye dönünüz! Onlara vermiş olduğunuz sözü yerine getiriniz! Biz de, müşriklere karşı, Allah'ın yardımını dileriz!" diye buyurur. (M. Asım Köksal, İslam Tarihi)
Normal şartlarda böylesi bir düşmana karşı yapılacak ne varsa yapılır. ‘Savaş hiledir’ düsturuyla hareket edilir, Huzeyfe ve babası da savaşa dâhil olurlardı. Ama Resulullah bunu yapmıyor. Müşrik de olsa verilen söz mutlaka yerine getirilmeliydi. Ki müşrikler, ‘Muhammed ve arkadaşları verdikleri söze uymuyorlar’ diye menfi propagandaya başvurmasın.
Hilelin de bir ölçüsü vardır ve bir yere kadar olmalıdır. Evet, savaşta hileye başvurulabilir ama hile, savunduğumuz ilkeleri yerle yeksan etmemeli.
İşte bu ilkeli, emin ve güvenli olma İslam davasını kısa sürede dünyanın dört bir tarafına taşıdı, Müslümanları dünyanın hâkimi ve efendisi yapıverdi.
Allah Teâlâ bizlere her şart ve ortamda ilkeli, dürüst, dost ve düşmana karşı adaletli karar vermeyi ve uygulamayı nasip eylesin.