Hilafetin en son merlezi İstanbul idi, bayrağı İstanbul’da düşmüştü, henüz ayağa kalkmış değil.
İnsanımızda “bayrak düştüğü yerden kalkar” şeklinde bir inanç veya en azından bir söylem vardır. Siz buna bir de “yiğit düştüğü yerden kalkar” sözünü eklediğinizde meselenin moral, motivasyon ve azimle alakalı olduğunu anlarsınız.
Elbette bayrağın düştüğü yerde insanların ümitsizliğe kapılmaması, bayrağı yeniden dikmek için bir çaba içine girmeleri takdire şayan bir şeydir.
Hem İstanbul hilafetin düşmesine rağmen stratejik önemini korumakta, hilafet dönemindeki hinterlandına hitap etmektedir. Bir Müslüman olarak sancağın buradan ayağa kalkmasını elbette isteriz.
Fakat bunun alternatifsiz olduğunu zannetmek, haşa Allah’ın buna mecbur olduğu zehabına kapılmak, bunu hamasi ve ırki duyguların üzerine bina etmek hiç de iyi bir düşünce değildir.
Hatta geriye dönüp baktığımızda işin pek de öyle olmadığını görüyoruz.
Hilafet Medine-i Münevvere’den çıktıktan sonra bir daha oraya geri dönmemiştir. Şam’dan çıktıktan sonra da aynı şekilde Şam’a geri dönmemiştir.
Bağdat’ta yere düşen Hilafet sancağı da bir daha Bağdat’ta yükselmemiştir.
Siz buna başta Afrika ve Endülüs olmak üzere daha sonraki hilafete sancaktarlık yapmış şehirleri de ekleyebilirsiniz. Onlardan hiçbirisinde hilafet sancağı ayağa kalkmamıştır.
İstanbul’u yeryüzünde İslam’ın sancağının yeniden dikildiği merkez haline getirmek için çırpınmak elbette güzel bir şeydir, Allah Teala bu çalışmaları elbette zayi etmeyecektir. Hem bir şey tamamen elde edilemezse tamamen de terk edilemez.
Fakat ben size çok önemli bir şey söyleyeyim; bir millet putunu kırıp yakarak küllerini denize savurmadığı müddetçe Allah o milletle asla barışmaz.