On ay yaz, iki ay da kış mevsimi yaşadığımız, koskoca Osmanlı imparatorluğunda ilk elektriğin üretildiği şehrimizde, 24 saattir durmaksızın, gök gürültüsü eşliğinde yağmur yağıyor.
Yağmur aylardır güneşten bunalan ağaçları, susuzluktan kuruyan toprakları aydınlattığı gibi, aynı zamanda uzun bir sessizlikten sonra düşen taneleriyle tarumar olmuş ruhlarımıza da ilaç veren bir tabip rolü görüyor.
AFAD'ın tüm GSM operatörleri aracılığıyla attığı mesajlar, belediyenin yaptığı anonslar, cuma hutbesinde imamın yaptığı uyarılarla, vatandaşlar işin ciddiyetini kavramış olsalar gerek, pencerelerden su sızıntılarını engellemek için silikon, mastik, branda naylonu alma sırasına girdiler.
Tüm hazırlıklar yapıldı, pencereler, kapılar bantlandı, damlar temizlendi, balkonlara naylon branda çakıldı.
Yan binanın kapıcısı 'mal canın yongasıdır' atasözünü ağzında sakız gibi geveleyip arabasını boydan boya eski bir kilimle kapladı.
Yağmur yağacak, dolu değil rahat ol desem de “Allah’ın işine akıl ermez, yağmur dolu olarak yağarsa, gözümün nuru delik deşik olur, kafam arabada kalacağına gövdemde kalsın, kilim evde olacağına arabada olsun” deyip dilinin altındaki Maraş otunu, nikotin ve meşe kömürü tozuyla dolu tükürükle yere fırlatıp ellerini semaya açtı, duasını yapıp, önce sağa, sonra sola, en son da arabaya üfürüp, arabasını yüce Yaradan’a emanet edip, sallana sallana yol aldı.
Gün ağarmada cimrilik ediyor bugün, kim bilir yavaş yavaş ağaran günde, hangi gizlenmiş karanlıklar bekliyor ümmetin yetim çocuklarını, diyerek mırıldanıyorum.
Site sakinleri birer birer uyanmaya başladılar, dışarı çıktıklarına göre. Kucaklarında yağmurluk giydirilen süs köpekleri. Ellerinde şemsiyeler. Peş peşe dizilmiş koca koca adamlar, saçları dağınık kadınlar. “Aşkitoommm, bebişimmm” iltifatları ile aşklarını nazikçe yere indirdiler. Köpekler birkaç adım ilerleyip, ayaklarını kaldırıp, duvara doğru işediler.
Uygun adım marş komutu ile köpeklerinin ardından yürüyüp arka taraftaki boş tarlaya doğru gitmeye başladılar.
Aaa o da ne, köpeklere ayakkabı giydirmişler, çamurda ayakları kirlenmesinler diye. Ne meret şeyse bunlar 15 dakika tarlada yürümeden kakalarını da yapmazlar.
Yağmur daha da hızlandı. Yerlere atılan pet şişelerini, çekirdek kabuklarını, peçete atıklarını, market poşetlerini, kapıcının tükürüğünü önüne atıp götürdü.
İnsandan başka tabiata zarar veren başka bir mahlûk var mı acaba, diye düşünürken,
İtler ve sahipleri sabah ritüellerini tamamlayıp, geri dönüyorlar. Dükkânın önüne spor kırmızı bir araba yanaşıyor.
Sabah sabah son ses Ankaralı Turgut mu dinlenir. Hangi çeşmeden su içiyor bunlar. Bir kadın iniyor arabadan. Yanıma gelmeden acayip bir parfüm kokusu merhaba diyor. Şişeyi boşaltmış üzerine diyorum. İğreniyorum, yarım kalan çayı döküyorum, kütükteki ağacın içine. Benim ağaçlarımda çay koliktir, çay dökünce diplerine, teşekkür edişlerini duyarım.
Kadın yaklaşıyor, şemsiyesinin altından bir poşet uzatıyor: Bugün paticiğimizin doğum günü var, bu balonlar konseptimize uymuyor, iade etmek istiyorum.
Beynim bir anda Einstein'in kafası gibi çalışmaya başlıyor, son zamanlarda çocuklara konulan binlerce uyduruk ismi, bilgi süzgecimden geçiriyorum, pati diye bir çocuk ismi bulamıyorum.
Kadın A4 kağıdına yazıp astığım yazıyı okuyup: Sizde kedi maması var; ama benim pati her mamayı yemez deyince, pati derken kedisini kastettiğini anlıyorum.
Elimi cebime atıyorum, içimden 'estağfirullah' çekiyorum, gene öfkem geçmiyor, daha hızlı, daha hızlı, daha da hızlı çekip, parasını iade ediyorum.
Yağmur daha da şiddetleniyor.
Telefonumu açıp, Gazze haberlerine bakıyorum.
Gazzeli bir çocuk, içinde onlarca şehit bedeninin olduğu, koca bir enkaz üzerinde, yağmur gibi yağan bombalardan dolayı ayağı kopmuş yavru köpeğini kucağına almış, üzerindeki tişörtünün bir parçasıyla kopuk bacağı sarmış, diğer parçasıyla gözyaşlarını siliyor.
EBUBEKİR ATASOY