Batı’nın kültürel hegemonyası, yüzyıllardır farklı biçimlerle toplumların damarlarına sızarak kendi değerlerini evrensel bir norm gibi sunmayı başardı. Bu sömürgecilik bazen siyasal baskıyla, bazen ekonomik bağımlılıkla, bazen de masum görünen kültürel pratiklerle kendini gösterdi. Ne yazık ki bugün, bizi biz yapan değerlerin gölgelendiği; yabancı geleneklerin ise gündelik yaşamımıza hiç sorgulanmadan dâhil edildiği bir dönemin tam ortasında duruyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Konya ve Şanlıurfa’da—yani muhafazakârlığı, manevi hassasiyeti ve geleneklerine bağlılığıyla bilinen iki şehirde—Cadılar Bayramı adı altında etkinliklerin düzenlendiğini gördük. Bu görüntüler sadece şaşkınlık yaratmadı; aynı zamanda derin bir hüzün ve hafife alınmayacak kadar ciddi bir endişe oluşturdu. Zira bu durum, artık yalnızca bazı çevrelerin değil, toplumun geniş bir kesiminin kültürel yönelişlerinde ciddi bir kırılma yaşandığını açık şekilde ortaya koyuyor.
Bugün Müslüman olduğunu söyleyen ailelerin çocukları, hiçbir tarihî ve kültürel bağımızın olmadığı bir ritüeli benimseyebiliyor. Bir zamanlar dinine, değerlerine, geleneklerine sahip çıkmak için canını ortaya koyan bir neslin devamı olan bugünün gençleri, kendi tarihleriyle neredeyse hiçbir bağı bulunmayan bir kutlamayı eğlence adı altında içselleştirebiliyor. Bu dönüşüm, birkaç kostümlü etkinlikten ibaret değil; çok daha derin bir kimlik kaymasının habercisi.
Her millet kendi gelenekleriyle yaşar, kendi değerleri üzerinde yükselir. Bizim toplumumuzun tarih boyunca ayakta durmasını sağlayan en temel unsur, sahip olduğu sağlam kimlik ve aidiyet duygusuydu. Ancak son yıllarda, özellikle genç nesilde "Batılı gibi giyinme, Batılı gibi yaşama, Batılı gibi hissetme" eğiliminin giderek güçlendiğine tanıklık ediyoruz. Bir toplumun modernleşmesi elbette ki olumludur; fakat modernleşme, taklitçilikle karıştırıldığında ortaya çıkan sonuç tam bir kimlik bulanıklığıdır.
Bu bulanıklığın en çarpıcı örneklerinden biri ise medrese eğitimini tamamlamış genç kızların icazet töreninde giydikleri çarşaflara yöneltilen nefret söylemi oldu. Bir toplum kendi değerlerine bu kadar kolay sırt dönebiliyorsa, o toplumda zaten en büyük dönüşüm zihniyetlerde yaşanmış demektir. Batı’dan gelen her şeyin "ilericilik", kendi kültürümüze ait olanların ise "geri kalmışlık" olarak yaftalanması ise zihinsel bir işgalin göstergesidir.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Belki de asıl sorun; yıllardır süren bu kültürel akışın fark edilmesine rağmen hiçbir ciddi sorgulama yapılmaması. Batı'nın çizdiği kalıpların dışında durmayı “çağ dışılık” olarak gören bir anlayışın giderek yerleşmesi. Tüketim kültürünün, popüler yaşam tarzlarının ve küreselleşmenin sunduğu hızlı akışın, genç neslin zihnini şekillendirmesi.
Bugün sosyal medyada trend olan neyse, gençler onu sorgulamadan sahipleniyor. Cadılar Bayramı da bu furyalardan yalnızca biri. Ne zaman, nasıl ve neden ortaya çıktığını bilmeden; tarihî kökenlerini, dini arka planını kavramadan sadece "eğlenceli olduğu için" benimsenen bir etkinlik hâline dönüşüyor. İşte tam da bu noktada, kültürel sömürgeciliğin en etkili aracı devreye giriyor: “eğlence” görüntüsü altında kimlik aşındırma.
Batı kendi kültürünü yaşatıyor, savunuyor ve dünyaya yayıyorsa bu onların başarısıdır. Asıl sorun, bizim kendi kültürümüzü savunmakta gösterdiğimiz zafiyettir.
Bugün gençliğimiz kimlik bunalımı yaşıyorsa bunun nedeni Batı değil; kendi kültürel mirasımızı genç nesillere aktarmakta yeterince başarılı olamayışımızdır. Biz aktarmadıkça boşalan alanı başkaları dolduruyor. Çünkü kültürel kimlik boşluk kabul etmez; ya sahiplendiğin değerlerle yaşarsın ya da başkalarının değerlerinin gölgesinde kimliğini yitirirsin.
Atalarımız bu toprakları bize bıraktığında, sadece bir vatan değil; aynı zamanda bir medeniyet mirası emanet etti. Bu miras, basit bir nostalji konusu değil; bir milletin ruhudur. Bugün bize düşen görev ise Batı’ya öykünmek değil, kendi değerlerimizin farkına varmak ve onları bilinçli şekilde yaşatmaktır.