Yeryüzünün hemen her coğrafyasında, birçok yönden kendini farklı ifade eden ama aynı zamanda da bir arada yaşamakta olan değişik ırk ve milletler hayli fazladır. İnsanoğlunda kendini farklı hissetmek esasen Adem (a)`den hemen sonrasına denk gelen bir olgudur. Bu his Âdemoğlunun doğasında vardır. İnsan denen ilahî varlığın güzelliği de bir bakıma benzerlik değil farklara dayanır. Devletlerin büyüklüğü ve gücü de bir bütünlük içerisinde barındırdığı karşı düşünce ve ırkların hacmi ile orantılıdır.

Bugünün İslam coğrafyası, geçmişte birer dünya devleti ve gücü olmuş devlet veya imparatorlukların bizlere mirası ve bakiyesidir. Asr-ı Saadet, uyguladıkları toplum ve inanç mühendisliklerine rağmen Emeviler, Abbasîler, Selçuklular ve nihayet Osmanlı gibi önemli güçler, vakt-i zamanında bu coğrafyada hükmetmiş ve bölgenin mozaiğini, istisnalar hariç pek bozmamışlardır. İslam orduları, Maveraünnehir`den Kuzey-Batı Afrika; Viyana`dan Endülüs`e kadar fetihler oluşturdukları zaman; fetihlerden önceki ırk ve inanışların cemine yaşam hakkı vermiştir. Bunları devletin varlığı için tehdit görmemiş, başlarına kıyameti koparmak için terörize etmeye çalışmamıştır... Kudüs ve havalisindeki Hıristiyan, Yahudi ve sair inanışların; İsrail`in kuruluş tarihine kadar, birlikte huzur içinde yaşamaları bunun en somut kanıtıdır. Din ve inanışlar terör oluşturmadıkça rahatsız edilmemiş; çağa göre özerk yaşamaları için gerekli ortam da temin edilmiştir. Resulullah`ın (a) kendi cumhuriyetinde belirlediği savaş hukunda; 'kadına, yaşlıya, çocuklara, silah kullanmayan erginlere, eman verilen mekan ve kişilerin evlerine sığınanlara. Dokunulmazlık hakkı` en üst makamdan verilmiştir. Yani her iman eden kardeş, kendi inancında kalan ise zımmî sayılarak devletin zimmetine alınmıştır. Devlet denen erk, kendini birçok açıdan farklı hissedenleri zorla başkalaştırmaya, ötekileştirmeye çalışmamış; aksine can, mal, namus güvenliğini sağlamıştır.

Günümüzdeki halkı Müslüman tüm ülkelerde bir güvenlik ve ülkelerin parçalanma sorunu veya fobisi aldı başını gidiyor. Yaşanan sıkıntıların ekserisinin temelinde, ırktan ziyade kitlelerin kendilerini ifade edememelerinin verdiği mutsuzluk yatmaktadır. Mevcut rejimler; II. Cihan Harbi sonrasında galiplerin projeleri ile kurulduklarından, günümüzde artık biriken, ötelenen sorunlara çözüm üretememektedirler. Hal böyle iken de mevcut ülkelerin çoğunda farklı din, inanış ve ırklara mensup kitlelerden oluşan devletteki hakim ırk veya inanç çevreleri, bir diğerini mevut yasalarla suçlu ilan etmekte ve şiddet uygulamaktan çekinmemektedirler. Hakim kesimin yaptığı her uygulama beraberliğin, adaletin zorunlu şartı olarak varsayılmakta ama sonuçta da kardeşçe yaşama şansı her geçen gün biraz daha azalmakta; çünkü kamu vicdanında adaletin tecelli etmediği kanısı ağır basmaktadır. İşin garibi iktidarda olan ekser çevrelerin çözüm olmadığını bildikleri halde, buldukları basit çözümlerden vazgeçememeleri ve halklarına karşı çözümü de agresifleşmekte bulmalarıdır.

Müslüman devletlerde mezhepçiliğe dayalı savaşlar Avrupa`daki gibi 30 veya 100 Yıl Savaşları gibi uzun sürmemiş ancak bunun halen aşılamadığı da bir vakıa. Günümüz koşullarıyla, seküler silindirin ezdiği İslam topraklarında İslamlaşmak tabiki kolay olmayacaktır ancak; meşruiyete rağmen yasalar yapmanın, öze dönüş yapamamanın getireceği yıkımın acısı da daha çekilmez olacaktır. Tevhidî düşünenler de şunu bilmeli ve kabul etmeli; fanatizm denen tedhiş zihniyeti; 'Resulullah`ın (a) münafıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selül gibi suçluyu bile affetmesi(!); Hz Ömer`in (r.a.), altında Hudeybiye Antlaşması`nın yapıldığı ağacı kesmesi; Hz. Ali`nin (r.a.) Cemel`de Hz. Aişe anamızın devesini yaktırması..`` ile tarihe karışmıştır. Yaradan`dan ötürü yaradılanı hoş görme temennisi ile