• DOLAR 32.45
  • EURO 34.829
  • ALTIN 2438.673
  • ...
Yeryüzünün Varisleri
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Yeryüzüne varis olmanın adı mustaz’aflıktır. Adı duyulduğunda yüreklere bir serpinti getiren, direnişi takdir edilen, İslam uğruna cefa çekmiş ve canını bu paha uğruna vermiş tüm Müslümanlar birer mustaz’af’tır ve mustaz’aflar yeryüzünün varisleridir., önderleridirler. Hani yeryüzünün varisleri derken aklınıza, mal, mülk, saltanat sahipliği gelmesin. Adını insanlık âlemi var oldukça, iyilik üzere andıran her iyi şahsiyet bir önder, bir varistir.
 
Mustaz’aflar haftasına girmiş bulunuyoruz. Dolayısı ile yeryüzünün önderleri ve varisleri olan muhteremlerden biraz söz etmek gerek.
 
Şehid Şeyh Ahmed Yasin… aslında yorum yapmaya gerek duyulmayan, sadece yaşantısına bakılıp, direniş ve azmi görülebilecek bir şahsiyettir. Boyundan aşağısı felçli haliyle bile Siyonistlerin korkulu rüyası olan muteber bir insan. Küçük yaşta çile ve eziyetlerle geçen bir hayata sahip, meşakkatlerin doruğunda yaşamış bir insan. Henüz üç yaşındayken babasını kaybetmiş, annesinin ve kardeşlerinin himayesi altında hayatını sürdürmüş, hicret ve sürgünlere mecbur bırakılmış bir şahsiyet. Bu şahsiyet ki, başkasının bakımına muhtaç bir insan olmasına rağmen, direnişinden taviz vermemiş, aksine direnişin aşkıyla önderlik makamına ulaşmıştır. Hamas’ın liderliğini felçli olmasına rağmen yürütmüştü. Bir liderde olması gereken bütün vasıflara sahip olan Şeyh Ahmed Yasin, günümüz liderlerinin deyim yerindeyse, zevk sefa ve taht sahipliğinin vermiş olduğu rahatlıktan çok beride daha çok eziyet ve zulümlerle karşı karşıya kalan bir şahsiyetti. Zindan, sürgün ve şehadetle son bulan bir ömre sahiplik etmiş bir şahsiyetti.
 
Aslında Şeyh Ahmed Yasin için söylenecek o kadar çok şey var ki, bunları yazmaya kalksak, makale değil, ansiklopediler yetmez. Şahit olmuşsunuzdur yazarların hakkında kalınca kitaplar yazdığına.
 
Şeyh Ahmed Yasin’in hayatında her insan için örnek alınacak bir yer muhakkak vardır. Dava yolunda ilerlerken, mücadele verirken, sebat ve sabrı öğrenip, öğretirken Şeyh Ahmed Yasin’in hayatına bakmak yeterlidir. Körelmiş duyguların, küfrün vermiş olduğu eziyetten ötürü yorgun düşmüş bedenlerin tekrar yeşerip, kaldığı yerden davasına devam etmenin adıdır Ahmed Yasin.
 
Çünkü yorgunluk ve bezginliğin asıl manasını taşıyan Ahmed Yasin’dir. Ama bu yorgunluk ve bezginlik davasından ödün vermeye neden olmamıştır. Şimdi biz davasından her zorlukta taviz veren aciz insanların düşünmesi gerek. Zindan ise hayatında zindanın en âlasını yaşayan O, eğer bedeni bir hastalık ise, en ağır hastalığı yaşayan O, eğer aile sorumluluğu davamızın önüne geçiyorsa, yine aynı sıkıntıları yaşayıp, aynı zamanda aile reisi olan O. Evet Mustaz’af olan Ahmed Yasin’dir. Yeryüzünün varislerinden ve önderlerinden bir hakikat timsalidir Ahmed Yasin.
 
Yine Şeyh Ahmed Yasin gibi hayatını İslam davasına adamış, Seksen yıllık ömründe her türlü eziyet ve zulmün kendisine reva görüldüğü, zindanların hayatından eksik kalmadığı, memleket memleket sürgünler yaşayan bir İslam önderi, yeryüzünün varislerinden biri daha, Üstad Bediüzzaman Saidê Qurdi.
 
Bana göre Üstadın mücadelesini, azmini ve bu yolda başına gelmiş musibetlere karşı sabrının en güzel açıklaması şu sözlerinde yatıyor ;
 
"Bana, ’Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..
 
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
 
"Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. Izzet ve şehâmet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yâhut îdam sehpâsına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdânı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.
 
"İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyâde-îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.
 
"Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur."
 
Bu sözlerin üzerine yorum yapmak bana düşmez. Ancak iki şahsiyetin hayatından da anladığım, onları yeryüzüne varisler ve önderler yapan, şahısları değil, çektikleri çileler ve bu çilelere rağmen vermedikleri tavizdi. Onlar onur ve gururlarıyla, insanlık âlemine meş’ale olmayı başardılar. Her iki zatta da görülen, çilekeşliktir. Ama bu çile ve cefalar ikisinin de davasından taviz vermesine neden olmamıştır.
 
Şimdi bir kere daha düşünelim. Davamızdan verdiğimiz tavizlerin nedenlerinden hangi biri Üstad Bediüzzaman yahut Şehid Şeyh Ahmed Yasin’in çektiklerinden daha çetindir ki davamızdan bu kadar kolayca taviz verebiliyoruz.
 
Zindanlara girecek olsak arkamızdan bize destek verecek kimsemiz yok diyorsak, Üstad Bediüzzaman’ın ailesizlik ve sahipsizliğine bakın, O aile ve eş sahibi olmadığı halde, asıl sahibin kâinat’ın efendisi olduğunu biliyordu ve kendinden sonra gelecek bütün nesiller için altın bir öğüt veriyordu, öyle bir öğüt ki sahipsizlik havf’ından sıyrılmanın anahtarı. “ O’nu tanıyan ve bilen zindanda olsa dahi bahtiyardır.”
 
Yoksa başımız ağrıdığı için mi davamızdan taviz veriyoruz. Şeyh Ahmed Yasin’in boyundan aşağısının tamamen felçli olduğunu düşünelim ve öylece mazeretimizin geçerli olup olmadığına karar verelim.
 
Hasılı kelam bizler için mazeret bırakmayan bu iki şahısa bakıp, öylece yeryüzünün varisi olmak için çırpınmak zorundayız. Yoksa şairin dediği gibi “ Dar ağaçlarını, kahpe Meydanları, kanlarıyla sulayanlar dururken, Cennet sizin neyinize…” sözüne muhatap olmak zorunda kalırız.
 
Mustazaflar haftasında mustaz’af olan ve mustaz’aflar için gecesini gündüzüne katanlara selam olsun.
 
Vesselam
Ebuzer Doğru / doğruhaber

Bu haberler de ilginizi çekebilir