Otuz Dokuz Derecelik Ateş
Sabiha Hanım eşine olan mahcubiyetinin telaşı içindeyken öte yandan "YAKITI İNSANLAR VE TAŞLAR…" ayetinin dehşeti ile mücadele ediyordu. Asım ve ateş kelimesini aynı cümlede kullanmak dahi bir anne olarak canını acıtıyordu. "Asım ve Cehennem ateşi…"
Bismihî Teâlâ
“İki derecelik ateşin korkusu ile çocuğu namaza kaldırdın. Peki, ya alışkanlık kazanmadığı ve ömrü boyunca noksan bırakacağı sorumluluğu yüzünden…” Dedi ve sözünü tamamlamak konusunda düştüğü tereddütten dolayı sustu. Hayat arkadaşını dikkatlice süzdü. Endişelerinde haksız sayılmazdı, rengi değişmişti birden kocasının. Ders notlarını düzenliyordu ki, hepsi elinden kaydı ve yemek masasına dağıldı. Telaşla notlarını toplamaya çalıştı. Sonra vazgeçti, durdu ve oğlu Asım’ın odasına yöneldi.
Sabiha Hanım’ın yüreğini kaplayan kasvet bir anda geldiği gibi dağıldı. Kahvaltı hazırlamaya koyuldu. Bir yandan da sabah virtlerini çekiyordu.
…
Uzun bir bekleyişin akabinde duaları kabul olunmuş ve Allah (c.c) onlara bir erkek çocuk nasip etmişti. Oğullarına dedesinin adını vermişlerdi. Fazıl Hoca oğluna çok düşkündü. İçinde kaynayıp coşan çocuk sevgisi, ilkokul öğretmeni olması ve uzun bekleyişin nihayetinde bir evlat sahibi olmaları yeterince mazur kılıyordu bu aşırı düşkünlüğü. Sekiz yaşına gelmişti Asım ve başka kardeşi de yoktu. Nazlı mı nazlı, sevimli mi sevimliydi. Mutluluk topuydu sanki.
Fazıl Hoca okuldan gelir gelmez, kocaman boyuna aldırış etmeden Asım’ı kucaklar, oynar ve koklardı. Bu fasıl bitmeden gözü hiçbir şeyi görmezdi, ne yorgunluk gelirdi aklına ne de açlık.
“Ee hanım ne pişirdin bu gün. Her zaman ki gibi çok açım. Ha! Bil bakayım bugün kimi gördüm…” Hayatlarının en tatsız anları Asım’ın her ay geçirdiği ateş nöbetiydi. Bütün kışı bu sıkıntılarla geçiriyorlardı. Bademciklerinin alınması gerekiyordu. Birkaç doktora götürmüşlerse de farklı çözüm önerilerinden dolayı kendileri de tereddüde düşmüştü. Böylece daha baskın olan ameliyat önerisi hep unutulmaya çalışılmıştı. Her ateşi yükseldiğinde Asım’ın penisilin iğnelerinden dolayı kopardığı fırtınaya şahit oldukça hata ettiklerini düşünüyorlardı. Oğulları iyileştiğinde ise derin bir nefes alıyorlardı.
İşte yine ateşler içinde yanıyordu biricik oğulları. Acile gidilerek iğnesi yapılmış, ilaçları alınarak eve dönülmüştü. Fazıl Hoca ateş konusunda çok hassastı. Çocuğu ateşliyken katiyen uyuyamazdı. Sabiha Hanım her ne kadar “sabah erken gidiyorsun, sen yat ben başında beklerim” sözleri ile onu ikna etmeye çabalasa da muvaffak olamazdı. Bizzat sabaha kadar başında beklerdi.
Sabiha Hanım sabah namazına telefonun alarmı çalmadan evvel kalktı. Fazıl Hoca henüz namaza durmuştu. Abdest ve namaz faslının akabinde mutfağa yöneldi. Hayat arkadaşının Asım’ı namaz için kaldırdığına hayretler içinde şahit olmuştu. Mütebessim bir çehre ile izledi bu sahneyi. Gönlünü sürur kapladı. Oğluna olan sevgisi babasının sevgisinden çok daha fazlaydı. Mamafih onun gibi gösteremiyordu. Baba oğlun oyunlarını seyretmek en büyük zevkiydi. Fazıl Hoca’nın oğlunu abdeste götürüşünü hayranlıkla izlediği esnada onunla göz göze gelmişlerdi. Sıcacık bakmıştı kendisine ve ellerini iki yana açarak; “Ne yapayım hanım, belki ateşi düşer de rahatlar diye kaldırdım. Suyun serinliği iyi gelebilir…”
…
Ve bugün kahvaltı hazırlarken aklına gelmişti… “Ateşinin iki derece artmasından korkarak çocuğu namaza kaldırdın. Peki, ya alışkanlık kazanmadığı ve ömrü boyunca noksan bırakacağı sorumluluğu yüzünden…” Susmuştu, devamı hayat arkadaşına ağır gelir endişesi içindeyken Fazıl Hoca’nın elinden düşen notlarını bırakıp oğlunun odasına yönelmesi içini rahatlatmıştı. Asım’ı namaza kaldıran kocasının kahvaltı masasına otururken ki sessizliği onu yine endişeye sevk etti. “Kızdı mı acaba?” diye düşündü. Onu konuşturmak için ne söylesem diye düşünürken, kocası sessizliği bozdu; “Sağ ol hanım, bana iyi bir ders verdin. Oğluma olan merhametime binaen önceleri onu namaza kaldırmaya kıyamıyordum. Fazladan iki derecelik ateş korkusundan hiç tereddüt etmedim namaza kaldırmak için. Sen hatırlatmasaydın kendimi o ayetin muhatabı olarak görmeyecektim. Asım namaz kılarken o ayeti tekrar açtım ve baktım. Sanki bugün beni uyarmak için nazil olmuş gibiydi.”
“Hangi ayetten bahsediyorsun ki?”
“Tahrim süresindeki ayet, şöyle buyuruyor; “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyun.” Sanırım çok tedbirsiz davrandım, Asım’ı şimdiden alıştırmasam ne zaman alışacak ki… Çocuk eğitimi hususunda Hz. Fatıma’yı örnek almak gerek. O değil miydi Kadir gecelerinde henüz on yaşında ki oğullarını uyutmayan. Sabaha kadar onlarla birlikte ibadet eden? Meşguliyetlerim bazen beni böyle gaflete sürüklüyor. Sen de beni uyarmasan halim nice olur?”
“Estağfurullah, o ne biçim söz.” Sabiha Hanım eşine olan mahcubiyetinin telaşı içindeyken öte yandan “YAKITI İNSANLAR VE TAŞLAR…” ayetinin dehşeti ile mücadele ediyordu. Asım ve ateş kelimesini aynı cümlede kullanmak dahi bir anne olarak canını acıtıyordu. “Asım ve Cehennem ateşi…” Gözlerinden süzülen damlaları yanaklarını ıslattıklarında fark etti… “Lâkin dünkü namaza kalkışı ateşi için olunca, bugün kalkmaması daha büyük ateşlere maruz bırakır diye korktum. Bu dünyada ilaçla bertaraf edilen ateşe tahammüllümüz yokken oğlumuzun ûkbasını göz ardı mı ediyoruz? Yani, ne bileyim işte…”
“Bak ne diyeceğim, bundan sonra Asım’ı...” Bu arada Asım da mutfağa gelmişti. Her zaman ki sevimliliğiyle önce babasına sırnaştı, sonra kahvaltı sofrasına baktı;
“Beni niye uyandırdınız ki, hiç aç değilim…”
Ayşegül YILDIZ / Nisanur Dergisi / Ocak-Şubat 2012