İslam Davası Nasıl Yükselir!
İslam Davası, başkalarını kendisine tercih edenlerin omzunda yükselir.
Uhud savaşının son anlarıdır. Müslümanlar galip durumdayken tepeye yerleştirilen okçuların ganimet için, bulundukları yeri terk etmeleri, elli kişiden sadece on kişi kalmaları, bunu gözetleyen Halid bin Velid komutasındaki Kureyş süvarilerinin arkadan saldırısıyla Müslümanlar mağlup duruma düşmüştür. Başta Hazreti Hamza ve Mus’ab bin Umeyr olmak üzere yetmiş güzide sahabi şehid olmuştur.
Daha da önemlisi, Müslümanların dağılışını fırsat bilen Kureyş saldırganları tamamen Rasûlullah(s.a.v)’a yönelmişler, Onu öldürmek için kendi aralarında yeminleşmişler ve saldırı üstüne saldırı düzenlemişlerdir. Bu saldırıları püskürtmek için bir avuç sahabi Onun etrafında pervaneler gibi dönmüş, sadece o noktada on civarında şehid vermişlerdir. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz çeşitli yerlerinden yaralanmış, arkadaşlarının omuzlarına yaslanarak Uhud kayalıklarına çekilmiştir. Orada birazcık kendisine gelince:
—Hanginiz bana Sa’d bin Rebi’ hakkında haber getirecek, ölüler arasında mıdır, diriler arasında mı? Kâfirlerin içine çok yaman dalmıştı, buyurdu. Orada bulunanlardan Übey ibn Ka’b,
—Ben haber getiririm, diyerek Rasûlullah(s.a.v)’ın eliyle gösterdiği tarafa gitmiş ve Sa’d bin Rebi’i (r.a) aramaya başlamış, sonunda bulmuştur. Vardığında göğsü körük gibi inip kalkıyordu, kanlar içindeydi, vücudunda yara almadık bir nokta kalmamıştı. Übey ibni Ka’b:
—Beni Rasûlullah (s.a.v) gönderdi, sana selam söyledi, durumunu haber vermemi istedi, dedi. Sa’d bin Rebi’ son olarak bütün gücünü toparladı ve:
—Benden de Rasûlullah’a selam söyle: Allah Onu peygamberlerine verdiği sevapların en güzeliyle mükâfatlandırsın, o gerçekten görevini yaptı. Benim kavmim olan Ensar’a gelince! Eğer onların gözünde kirpiklerini açıp kapayacak kadar güç ve dermanları olduğu müddetçe Rasûlullah’a bir zarar gelirse, Onu koruyamazlarsa vallahi bunun hesabını veremezler, buyurdu ve gözlerini yumarak şehid oldu.
Rasûlullah(s.a.v)’ı korumak onun için her şeydi. Çünkü Sa’d bin Rebi’ Akabe tepesinde biat eden Ensar’dandı. Onun aklı fikri: “Eğer bir gün Sen Mekke’den sürülüp çıkarılırsan, Medine’ye geldiğinde Seni kendimiz gibi, canımız gibi koruyacağımıza dair Sana biat ediyoruz!” diye verdiği sözdeydi.
Aynı şekilde Uhud günü Rasûlullah(s.a.v)’ın etrafında pervaneler gibi dönerek savaşan ve sonunda şehid olanlar da o sözü verenlerdi.
Evet, Uhud savaşında yetmiş kişi şehid olmuştur. Fakat bunlardan bir kısmı özellikle Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz yaşamalıdır, onun yerine biz ölmeliyiz düşüncesiyle şehid olmuşlardır.
Bir başkasını kendisine tercih etme düşüncesinde, özellikle Rasûlullah’ı kendisine tercih etme meselesidir bütün bunlar.
Fakat biz bu konuda Uhud’dan da önce, hicret esnasında yatağına yatarak onu kendisine tercih eden Hazreti Ali’yi de unutmamalıyız. Zaten Uhud günü de Onun sağında solunda durmadan savaşan, bir an olsun yanından ayrılmayanların başında da Hazreti Ali ve Talha bin Ubeydullah geliyordu.
Bu şekilde başkalarını kendisine tercih etmeye îsar denilir. Îsar denilince de çoğumuzun aklına, Mekke’den Medine’ye hicret edenlere kucak açan ve kendileri fakru zaruret içindeyken ellerinde olanı muhacirlere veren Ensar gelir. Yani, Haşr Sûresinin dokuzuncu ayetiyle destanlaşanlar.
Fakat iyice düşünüldüğünde, sadece maddi yardım konusunda kendilerini tercih edenlerden önce: “Ölünecekse Onun yerine biz ölmeliyiz, kesinlikle O yaşamalıdır…” düşüncesiyle şehadete atılanlar îsar konusunda zirveye ulaşanlardır. Onun için mallarını ortaya koyanlardan önce, canlarını ortaya koyanları başa alarak anlattık.
Aziz İslam davası îsar ehlinin omuzlarında yüksele gelmiştir hep. Fedakâr Müslümanlar da diyebiliriz bunlara. Çünkü hiçbir dava, sıradan normal çalışmalarla yükselemez, mutlaka fazladan fedakârlık ister.
Maddi anlamda başkalarını kendimize tercih etme meselesi, yani îsar, zannedildiğinden çok faziletli bir eylemdir. Ne zekât vermeye benzer, ne tasaddukta bulunmaya benzer. Çünkü zekât ve sadaka demek, zengin bir Müslüman’ın malının belirli bir miktarını muhtaçlara vermesi demektir. Hâlbuki “isar, zenginlik söz konusu olmadığı gibi, öyle kırkta bir gibi küçük bir miktar da değildir. Yerine göre malının tamamını veya büyük bir kısmını vermektir, velev ki kendisi zaruret içerisinde yüzüyor olsa bile.
Bir de, bu güzel eylemi durmadan tekrarlayanları düşünelim, yani hep başka Müslümanlar için koşuşturup çırpınanları, İslam davasının izzeti için sahip oldukları her şeyi getirip orta yere koyanları, bu uğurda harcayanları.
Zaten İslam Davası bugün belirli bir seviyeye gelmişse, elbette bu şekilde îsar ahlakına sahip olanların sayesinde gelmiştir.
Îsar, yani başkalarını kendimize tercih etme ahlakı denilince aklımıza sadece can ve mal konusu gelmemelidir. Vakit de bugün çok önemli bir değerdir. İslam Davası için vaktini verme, kendisini diğer Müslümanlara feda etme konusunda vaktini ayırıp harcama konusu da bazen maddeden daha öne geçmektedir.
İyice dikkat ederseniz, bugün ömrünü, yani vaktinin tamamını İslam Davası uğruna adayanlar, full time İslam’a çalışanlar,
İslam’a çok daha fazla katkıda bulunmaktadırlar. Görüyoruz, çoğu zaman madde bulunduğu halde, bu uğurda mesai harcayacak Müslümanlara çok daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.
Memed Göktaş / İnzar Dergisi / Ocak 2012