Neden hiç biri kendinden önceki filozofun bulduğu ve topluma tanrı diye sunduğu varlığı kabul etmeyip yeni bir arayışa giriyor?
Bu kadar çok arayış neden?
Bu bir akıl yarıştırma maratonu mu?
Ben seninkinden daha iyisini mi bulurum denilmek isteniyor?
Peki, bu arada halka ne oluyor?
Halk neye veya hangisinin tanrısına inanıyor?
2000 yıldır var olan Hristiyanların üçledikleri tanrısına ne oldu?
Acaba tekrar politeist bir toplum mu arzulanıyordu?
Belki de tanrı tanımaz bir toplumdu arzulanan!
Peki, bu arayışın kime ne faydası oldu? Binlerce yıllık teolojik ve ontolojik arayışın sonucunda felsefe halka nasıl bir tanrı sundu?
Zaten var olan tek ve mutlak yaratıcıyı kabul edip, dünyayı daha yaşanılır bir yer yapmak adına ahlak, erdem, fazilet ve eğitim gibi konulara yoğunlaşmaları daha iyi olmaz mıydı?
Elbette yukarıda yazdıklarımız hakkında kıymetli şeyler ortaya koydular; fakat ilahi bir yaratıcıya dayanmayan herhangi bir ahlak sistemi evrenselliğini yitirir ve belki de küçük bir yere huzur getirirken, dünyanın geri kalanı ahlaki anarşizme mahkûm olur.
Ama ne yaptılar her biri kendi tanrısını yarattı ve diğerinin tanrısına üstün gelmek için yüzlerce yıl sürecek ve hiç bitmeyecek savaşların fitilini ateşlediler.
Kim bilir belki de Nietzsche’nin tanrısı bu savaşlar sonucunda zaten ölmüştü.
Belki de bir hiçliğin ortasına doğduğu için kendinden önceki filozoflara bir sitemdi ‘’tanrı öldü’’ sözü.
Belki de bütün bu ortalıkta dolaşan tanrıları tek tek dolaşmış fakat hiç biri içindeki boşluğu dolduramadığı için “tanrı öldü” demişti.
Nitekim Yüce Yaratıcı “Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur.” buyurmuştu.
Yani Nietzsche içindeki boşluğu dolduracak mutlak yaratıcıyı bulamadığı için “tanrı öldü” demiş olabilir miydi?
Elbette Nietzsche, fiziki bir ölümü kastetmiyordu.
Nietzsche, insanların kendi çıkarına hizmet etmek için yarattıkları tanrıların, yüzlerce yıllık bir sürecin ardından halka yutturulduğu, tek ve mutlak yaratıcının hükümlerinin batı toplumundan kaybolduğunu görüp “tanrı öldü” demiş gibiydi.
Evet, belki de içine doğduğu hiçlik Nietzsche’yi bunalıma sürüklemiş ve Nietzsche nihilizmi tercih etmişti.
Oysa doğuda Müslüman filozoflar bu konuda Allah’ı birlemiş ve dünyanın daha yaşanılır bir hale gelmesi için vahiy eksenli öğretiler ortaya koymuştu.
Bunun neticesinde günümüzdeki bilimsel gelişmelerin temelini oluşturan İslam’ın ve dahi dünyanın altın çağını başlatmışlardı.
Peki, ya günümüzde neden bu süreç sekteye uğradı diye düşünmeden edemiyordu. Belki de buna başka bir zaman kafa yorup konuya dönmeliydi…
Nitekim öğretileri yüzyıllarca batı üniversitelerinde ders olarak okutulmuş olan İmam Gazali şöyle demektedir: “Nakil veya haberi taklid etmekle yetinen, düşünme ve araştırma metotlarını inkâr eden bir kimse için doğru yolu bulmak, nasıl kolay olabilir? Böyle bir kimse, dini ilkelerin mesnedinin, beşeriyetin önderinin (Peygamberin) sözünden ibaret olduğunu bilmez mi? Peygamberin haber verdiği hususlarda onu tasdik eden şey akıldır. Sırf akla uyup onunla yetinen, dini ilkelerin nuruyla görmeye çalışmayan ve aydınlanmayan nasıl doğru yolu bulabilir? Kendisine acizlik ve tutukluk arız olan akla nasıl güvenilir… Akıl ve dini ilkeleri birleştirerek dağınıklığı yok edemeyen kimse, ne yazık ki kesin surette başarıya ulaşamaz ve sapıklığa düşer… Akıl ve dini kurallardan birinden uzak olanlar, ahmaklar arasına katılmış sayılır.”
Özetle vahiyden bağımsız ortaya konulan görüşlerin insana ve insanlığa huzur getirmeyeceği, evrensel olmaktan çok yerel kalacağı bir hakikattir.