Merhamet Etmeyene Merhamet Edilmez (1)
İçinde hayat sürdüğümüz dünyamızı kocaman bir insana benzetebiliriz. Dünyadaki her canlı ve cansız varlık bu devasa vücudun birer azasıdır ve dünyamızın varlığını devam ettirmesi noktasında önemli bir yere sahiptir. İnsan bedeninde ne bir fazlalık, ne de eksiklik olmadığı gibi dünyamızın yapısında da durum aynıdır. Bütün bir kainat için de aynı şey geçerlidir.
Kur’an, yerlerde ve göklerde var olan her şeyin ve her doğal olayın yüce Mevla’nın bir sanatı ve O’nun zatının ve sıfatlarının yüceliğini gösteren ayetleri, işaretleri (Bakara, 164) olduğunu ifade eder. Yani dünya veya kainat büyük bir kitap, içindeki her bir varlık da o kitabı oluşturan harf, hece ve cümlelerdir. Dolayısıyla bütün varlık sevgiye ve hürmete değerdir. Gene Kur’an, yerde ve göklerde var olan her şeyin kendine has bir dille Allah’ı tesbih ettiklerini de beyan eder. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır” (İsra,44)
Durum böyle olunca mümin kişi mahlukları sevmez, onlara şefkat ve merhamet etmez mi? Her şeyden önce varlıklara zarar vermekten kaçınmak gerekir. İman insana yaratılmış her şeyi sevimli gösterir, hiçbir şeye zulüm ve haksızlık etmesine müsaade etmez. Doğrusu insanın çevresine verdiği zarar, insanın bozulduğunun da bir belirtisidir. Saldırganlıkta bulunup öldüren, işkence eden bir insanın dengesi bozulmuş demektir. İnsan, bedenini koruduğu gibi içinde yaşadığı dünyayı da korumak zorundadır. Bugün insanın bu konudaki ihmali ve işlediği cürümleri vahim ve kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Doğal çevre çok kirlenmiş ve tabii denge bozulmuştur. Bilim insanları, bu durumun sürmesi halinde dünyamızda yakın bir gelecekte canlı yaşamın son bulacağını ifade etmektedirler.
Varlık dünyasına Kur’an’ın bakış açısı kadar değer veren başka bir düşünce olmamıştır. “Yerdekilere acıyınız ki, göktekiler de size acısın” nebevi buyruğu üzerinde düşündüğümüzde bazı eski kültürel anlayışlarımızın yanlışlığını görebiliriz. Hem eski, hem de modern çağ, tabiatı ve içindeki canlıları hedef alan, onları bir tür düşman gören anlayışlarla doludur. Örneğin toplumumuzda yılan gibi bazı hayvanların öldürülmelerinin kaynağı din değil kültürel mirasımızdır. Evet, yılanı korkunç kılan bizim onun hakkındaki yargılarımız ve korkularımızdır. Zehrinin insanı öldürmesi yılanın da öldürülmesini gerektirir mi? Doğal dengenin sağlanmasında önemli bir yeri olan, zehri de ilaç olarak kullanılan bir hayvanı neden öldürürüz? İstisnalar hariç yılan saldırgan değildir. İnsanın kokusunu hissedince kaçar ve uzaklaşır. Ama biz, illaki onu kovalar ve saklandığı yerden çıkarıp öldürürüz. Sıkıştırılan bir yılan diğer tüm hayvanlar gibi kendini savunmak için saldırabilir, sokabilir.
Sosyal, ekonomik ve etnik eksenli huzursuzlukların ve iç savaşların yaşandığı, insana saygı ve merhametin kalmadığı dünyamızda, hayvanlara merhametten söz etmek abesle iştigal olarak nitelendirilebilir. Ancak hayvanlara merhametin ve onların hayatını korumanın insana yapılmış en büyük bir iyilik olduğunu unutmamak lazım. Hayvana acıma ve merhameti unutan insanlık birbirine saygı ve merhameti de unuttu. İnsanın insanı öldürmesi elbette ki kötüdür, çok büyük günahtır. Ama doğal çevrenin katli de yeryüzündeki bütün hayatı tehlikeye atan bir durumdur. Doğal yaşamı öldüren insan, aslında kendini öldürmüş, bindiği dalı kesmiştir.
Müslümanın en önde gelen özelliklerinden birisi de merhamet ve adalet duygusudur. Bir gül veya çiçek için renk ve koku ne ise, mümin için de merhamet ve adalet odur. Çünkü merhamet ve adalet imanının gereğidir.
Resûlullah (s.a.v.), Mekke fethine ordusuyla birlikte giderken, yolda yavrularının üzerine abanmış, yavruları iki yanından memelerine yapışıp emişen bir dişi köpek gördü. Sahabeden Cu’ayl b. Süraka’ya, hemen gidip hizasında durmasını ve askerlerden hiçbirinin, ne köpeğe ne de yavrularına dokunmamalarını emretmiştir.
Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadisler Allah’ın rahmetinin genişliği konusunda bize yeterli fikir vermektedirler: "Allah rahmeti yüz parça yarattı. Bu rahmetten doksan dokuzunu yanında tuttu. Yeryüzüne (bu rahmetin) sadece bir parçasını indirdi. İşte bu bir parça sebebiyledir ki yaratıklar birbirine acımaktadırlar. (Öyle ki) at, süt emen yavrusuna engel olmaması için ayağını bu rahmet sayesinde kaldırır.’ (Buhari, edep,19)
Cenab-ı Peygamber(s.a.v), kedi yüzünden cehennemlik olan bir kadını anlatıyordu. Bu kadın kedisini açlıktan ölünceye kadar hapsetmiş, ona yemek ve su vermemekle kalmamış, yerdeki böcekleri yemesini de engellemişti. İşte bu merhametsiz kadın, "acımayana acınmaz." kaidesi gereğince Allah’ın merhametinden uzak düşmüştü."(Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 16) Buna karşılık toplumda fuhuş ve ahlaksızlık batağına saplanmış olarak tanınan bir başka kadın da yine Resûlullah’ın bildirdiğine göre, bir köpeğe acıyıp yardım ettiği için, Allah’ın af ve merhametine kavuşmuştu. Güneşin ortalığı kasıp kavurduğu bir gün adı geçen kadın çölde yoluna devam ederken susuzluktan yorgun düşer. Gördüğü bir su kuyusuna inerek susuzluğunu giderir. Yukarı çıktığı zaman susuzluktan bitkin hale gelmiş, neredeyse ölmek üzere olan bir köpeğin, kuyunun etrafında dolandığını, nemli toprağı yalayıp durduğunu görür. Hayvana acır, kuyunun duvarı örülmediği için inip çıkmak zor olduğu halde tekrar kuyuya iner. Ayakkabısına su doldurarak köpeği sular. Onun bu hareketinden hoşnut olan Allah, kadının günahlarını bağışlayıp affeder."(Buhari, şirb,9)
Hayvanlara işkence ve zulüm edilmesini önlemek amacıyla kaynaklarda yer alan rivayetlere bakıldığında Hz. Peygamber’in hayvanların dövülmelerini, aç veya susuz bırakılmalarını, yavrularının alınmasını, yarışma düzenleyerek onların dövüştürülmelerini, güçlerini aşan ölçüde yük taşıttırılmaları gibi kötü muamelelerde bulunulmasını tasvip etmediği, bu tür davranışlarda bulunanları bizzat uyardığı görülür.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, haklı bir gerekçeye dayanmaksızın hiçbir canlının canına kıyılamaz. Fert veya topluma zarar vermesi söz konusu hayvanların bu zararlarının giderilmesinde; ölüm, başvurulabilecek en son çare olarak telakki edilmelidir.
- (Buhârî, “Edeb”, 18)