• DOLAR 34.652
  • EURO 36.37
  • ALTIN 2926.169
  • ...

Türkiye’nin kendi eksenini oluşturması gerektiği hususu, son yılların çok konuşulan konularının başında gelmektedir. Kimilerine göre aslında Türkiye kendi eksenini kurma sürecine girmiş, bu yolda adım adım yürümektedir. Kendi savunma sistemini kurma yolunda büyük başarılar kazanmış, dış politikada daha bağımsız bir strateji benimsemeye başlamıştır. Bu bir ütopya mı yoksa gerçekten de öyle bir sürece girildi mi bunu zaman gösterecektir elbette.

Ancak muhasebesinin yapılması gereken önemli bir nokta var; madem kendi eksenimizi kuracaktık, bağımlılıktan kurtulacaktık. Yüzyıllarca dört kıtaya hükmetmiş, beynel milel bir sistemi niye yıktık. Bunun özeleştirisi uzun uzun yapılmalıdır.

Madem yine kendi eksenimizi kurmak gibi bir emelimiz var, dört kıtaya hükmetmiş, asırlarca uçsuz bucaksız coğrafyalarda tek aktör olarak kalmış o sistemin bunu nasıl başardığını öğrenmek zorundayız. Hangi değerlerle milletleri aynı çatı altında tutabildiğini, birliktelik ve kardeşlik harcı olarak neyi kullandığını bir daha anımsamak, üzerinde düşünmek ve bu tarih aynasından şimdi geldiğimiz noktanın resmini görmek zorundayız.

Bu tarih okumasını yaparken cevapsız kalan ya da çelişki gibi duran kör noktalara da umarım ki bir ışık tutar ve netliğe kavuştururuz. Örneğin; tekrar kendi eksenimizi kurma sürecine girmiş isek, eskisini niye kaldırdık? Kaldırdığımız için bir nedamet duyuyor muyuz? Eskisini kaldıranlar, kimlerdi? Yerli veya meşhur tabir ile milli miydiler yoksa Osmanlıyı yıkıp, hilafet mekanizmasını dağıtıp işlevsiz hale getirmek emelinde olan ve onun büyük mirasını bölüştürmeye talip dış güçlerin hizmetkârları mı? Her şeyden önce onlara bir kimlik bulmalıyız.

Son yüz iki yüz yılda Osmanlıların şahsında bir nevi İslam Ümmetinin sembolik de olsa merkezini ilgilendiren bu coğrafyalarda çok büyük olaylar, değişimler, dönüşümler yaşandı. Piyasaya büyük aktörler sürüldü ve bunların çok ağır sonuçları oldu. Yıkılan imparatorluklar, darmadağın olan ülkeler, savrulmalar, yıkılan şehirler, yaşanan katliamlar, heba olan yıllar, kaybolan nesiller ve ele geçirilen geleceğimiz?

Bu büyük olayların hiç biri sağlıklı bir zeminde okunmadı, tartışılmadı, muhasebesi yapılmadı, özeleştirisine müsaade edilmedi ve doğal olarak da ne olup bittiğini henüz öğrenmiş değiliz.

Böyle bir zeminde yeni bir gelecekten söz ediyoruz. Ama bu perspektifin neredeyse bütün alanları flûdur. Bu noktaya nereden geldiğimizi ve şimdi ne olduğumuzu bilmeden bir gelecek inşa etmeye çalışıyoruz. Bu sağlıklı değildir. Kendi değerlerimiz ve kendi medeniyet perspektifimizle geleceğin aktörü haline gelmek, kendi coğrafyamızda eksen olmak ve geleceğimizi kendimizin inşa etmesi; doğrusu uğruna ölünecek bir hedeftir. Buna hiçbir itirazımız olmadığı gibi bunu gerçekleştirmek için de hiçbir bedeli demekten kaçınmayacağımızı ifade etmek istiyoruz.

Ancak gerçekten amaç bu mudur?

Kendi eksenimizi kurmanın önündeki en büyük engel, mevcut cunda anayasasıdır. Birleştirici, kucaklayıcı, farklılıkları zenginlik gören bir anlayışta olmadığı gibi ötekileştirici, farklılıkları olabildiğince ayrıştıran ve bizim medeniyet değerlerimizle çelişen bir anayasadır. Biz geleceğe dair önümüze büyük hedefler koymuş isek, bu anayasanın bu hedeflere uygun bir şekilde değiştirilmesine yönelik niye güçlü bir irade ortaya koymuyoruz? Tenakuz noktalarından bir tanesi de budur.

Allah izin verirse flû noktaları yazmaya devam edeceğiz.