• DOLAR 34.652
  • EURO 36.463
  • ALTIN 2955.704
  • ...

İran`da 1979`da gerçekleşen İslam inkılabından sonra yine günümüzde olduğu gibi İslam dünyasında bir “Şii-Sünni tartışması” alevlendirilmiş, ancak patenti rahmetli şehid Seyid Kutub`a ait olan “Amerikancı İslam” söyleminin canlandırılarak öne çıkarılması, bu fitne alevini önemli oranda kuşatmıştı.

Marjinal mahfiller ısrarla “Şii-Sünni çekişmesini” canlı tutmaya çabalasalar da beslendikleri ana kaynağa işaret etmesi hasebiyle “Amerikancı İslam” damgası, fitneciliği tam anlamıyla belki önleyemedi, ama işlev bakımından en azından düşünsel hayatta önemli bir “Fitnesavar” rolü icra etmişti.

1980`li yılları kapsayan dönemde fitnelere endeksli düşünsel saldırılar, geliştirilen söylemlerle çoğunlukla “cephe hattında” karşılanırken son yıllarda ağır basan fitnecilik cephe hatlarını yarmış ve deyim yerindeyse şehirlerde bariz bir “sokak savaşına” dönüşmüş durumdadır.

Şunu kabul etmek gerekir ki, İslam dünyasında kadim bir toplumsal hastalık olagelen mezhepçilik, potansiyel bir tehlike olarak hep varlığını korumuş, İslam dünyası bu tehdidi savuşturmak için kayda değer bir çaba ortaya koyamamış, ortaya koyanlar da başarılı olamamışlardır. Bunun pek çok sebepleri olmakla beraber tarihsel süreç içerisinde varlıklarını idame ettirmiş siyasi-askeri otoritelerin mezhepçiliği elverişli bir kart olarak kullanmaları, bu ayrıştırıcı potansiyeli bugünlere kadar taşımıştır.

Bugün İslam dünyasının tüm yerleşkelerinde adeta “sokak savaşlarına” dönüşen mezhep endeksli fitnecilik, temelde emperyalist güçlerin İslam dünyasına yönelen ağır saldırılarının birer neticesi olarak piyasada alıcı bulmaktadır. Kaldı ki İslam dünyası bile zaman zaman kendi içindeki bu zaafı kullanıyorken müdahaleci dış güçlerin bundan yararlanamaması düşünülemez. Bugün yaşanan durum aslında tam da budur.

1990`lı yılların ortalarından itibaren gündemdeki etkisini yitiren mezhep tartışmaları, Irak`ın işgaliyle kısmen, Arap Baharı`nın başlayıp Suriye`de felaketle neticelenmesiyle birlikte tam bir fırtınaya dönüşüverdi.

Meselenin özeti şudur aslında;

İslam dünyası saldırı, çatışma veya işgallerle anılmadığı anlarda mezhepçilik işlevsel rol icra edecek bir ortam bulamıyor. Ne zaman ki herhangi bir İslam ülkesi dış müdahalelerle yüzleşmeye başlasa, şehirler yıkımla, kanla, katliamla yüzleşse tam da bu esnada bir mezhep tartışması baş gösterir ki, önüne geçebilene aşk olsun!

Düşünebiliyor musunuz, Amerika gelir, Irak`ı işgal eder, Suriye`yi ateş çemberinin içine atar, sıradaki diğer ülkeleri listeye alır, müdahale korkusu her tarafı sarar. Akl-ı selim, tüm Müslümanların kendi aralarındaki iç çekişmelere en azından virgül koymasını gerektirip tüm farklı unsurlarıyla birlikte bir dayanışma sergilemesini dayatırken, tam tersine esrarengiz bir “Üst akıl” devreye girmeye başlar ve her şey alt üst olur. Etnik farklılıklar, mezhepsel ayrışmalar nüksetmeye başlar, bir süre sonra düşmanlıklar, çatışmalar, katliamlar baş gösterir. Bu aşamadan sonra işgalci/müdahaleci güçlerin yaptıkları özenle unutturulur. Hatta işgalci güç, nitelik değiştirip “Hakem” rolüne layık görülür, yaranma yarışmaları başlar, kendisinden yardım dilenecek ulvi bir faktöre dönüşüverir.

Bu aşama, artık asıl suçluyu es geçip, suçlunun oluşturduğu sonuçlar üzerinden bir çatışma evresine bürünür ki, bu durum Müslümanlar için kendi potansiyellerini kendi elleriyle imha etme sürecine dönüşüverir. Müdahaleci dış güç artık amacına ulaşmıştır bu aşamada. Çünkü büyük bir bataklık oluşturmuş, bu bataklık üzerinden rol icra eden sivrisinekler üretmiş, İslam dünyasının tüm etkin unsurlarını da bataklığa davet ederek birbirleriyle uğraşan eşek arılarına dönüştürmeyi başarmıştır.

Bugün kanla, yıkımla, katliamla yüzleşen beldelerde yaşanan tabloların hiç birisi “Mezhepsel ihtilafların” birer sonucu değildir. Tam tersine emperyalist müdahaleciliğin coğrafyamıza reva gördüğü saldırgan tutumun sonucudur. Bu saldırgan tutum, sadece şehirlerimizi, medeniyetimizi yıkıp yakmakla kalmıyor, aynı zamanda zihinsel kodlarımızı da dumura uğratıyor.

Kara kıtaya Batılıların ilk girişleriyle ilgili Kenya`nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyata`nın şu tespitini herkes bilir:

“Misyonerler Afrika`ya geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı”

Manzaraya bakılırsa, herhalde belli bir süre sonra İslam dünyasından kimi şahsiyetler şu tespiti yapacaklardır:

“Batılılar Ortadoğu`ya geldiklerinde bizim petrolümüz, onların tüfekleri vardı…”

Devamını siz tahmin edin artık!

Nasıl ki Afrikalılar onların İncil`leri karşılığında kendi topraklarından oldularsa, bu gidişle İslam dünyası da kendi canından, malından, petrolünden, medeniyet birikiminden olacak. Üstelik kendi mezhepleri karşılığında!