• DOLAR 34.652
  • EURO 36.483
  • ALTIN 2951.847
  • ...

Türkiye gündemi, darbe girişimi ve sonrasında yaşananlarla meşgul iken, kısa süre sonra başlayan “Fırat Kalkanı” operasyonu, en az FETO kadar gündemdeki yerini korumayı sürdürüyor.

Ekim ayının başından itibaren ise “Musul`un kurtarılması” meselesi gündeme damgasını vurmuş durumdadır ve taraflar arası yaşanan karşılıklı restleşmeler, eğer bir konsensüsle neticelenmezse Musul üzerinden vahim tablolarla karşılaşılması kaçınılmaz gibi görünmektedir.

Geçen yıl Başika bölgesine yerleşip Peşmerge ve Sünni gruplara eğitim vermeye başlayan Türk askerinin mevcudiyeti, asker sayısının arttırılmasıyla beraber tartışma konusu olmaya başladı. Artan Türk askeri sayısı, Bağdat`ın tepkisine yol açtı. Gerekçe ise, artan asker sayısının salt eğitim için çok fazla olduğuydu.

Aslına bakılırsa Bağdat`tan yükselen ve BM`ye kadar taşınan itirazlar, biraz da IŞİD`in geriletilmesi ve Musul çevresine sıkıştırılmasıyla ilgili bir durumdu. Ordunun işlevsiz kalması sonrası oluşturulan Haşdi Şaabi birlikleri ile IŞİD birçok eyaletten çıkarılmış, Musul çevresinde kuşatmaya alınmıştı. Bu durum, Bağdat yönetimine kısmi bir öz güven getirmiş, bu öz güven aynı zamanda rakip olarak görülen Türk askerinin Başika bölgesindeki ikametine de itiraz olarak yansımıştı.

Suriye harekâtı, akabinde 1 Ekim tezkeresi ve yaklaşan Musul operasyonunda Türkiye`nin bir taraf olarak kendine rol biçmesi, Bağdat yönetimini ve tabii ki beraber hareket ettiği diğer müttefiklerini farklı bir tavır takınmaya sevk etti.

Nedeni ise gayet açıktı. IŞİD`in artık büyük kentlerde tutunması mümkün değildi. Musul da er ya da geç aynı kaderi paylaşacaktı. Bugüne kadar sahada her türlü müdahale biçimi “IŞİD`le mücadele” üzerine konumlandırılırken bundan sonra “IŞİD sonrası dönem” ön plana çıkmıştı. Dikkat edilirse kritik merkezleri IŞİD`den kurtarmaya dönük müstakbel operasyonlar, katılmak isteyen taraflar arasında hep tartışma konusu olmaktadır. Tıpkı olası Rakka operasyonunda Türkiye ile YPG arasında yapılmak istenen tercihlerde yaşanan tartışmalar gibi.

Musul için de durum bundan ibarettir. Belli başlı kritik merkezlerin kurtarılmasında rol almak, aynı zamanda IŞİD sonrası o kentlerde oluşacak şekillenmelerde doğrudan rol almak demektir. Bu açıdan Musul, gerek yer altı kaynakları bakımından gerekse mezhepsel demografisi bakımından hayli önem arz etmektedir. Hatta Musul, Irak`ın şekillendirilmesinde bile şu an kilit bir rol üstlenmektedir.

Bilindiği üzere Bağdat yönetimi ülkenin genelinde merkezi otoriteyi hâkim kılmak istemektedir. Oluşturulan Haşdi Şaabi birlikleri ile merkezi yönetimin bu arzusu şu an pekişmiş durumdadır. Tabi Bağdat yönetiminin bu tutumu, Irak içerisinde olduğu gibi Türkiye`nin de içerisinde bulunduğu bir takım çevre ülkelerde “Şii hâkimiyeti” ya da bir başka deyimle “Şiilerin Sünniler üzerindeki tahakkümü” olarak değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmenin bir başka versiyonu da “İran`ın bölgesel yayılmacığı” şeklinde yıllardır dile getirilen tezlerde gizlidir.

Değerlendirmenin zemini “İran veya Şia” üzerine oturtulunca ister istemez buna karşı çıkanlar da bir “karşıt kimlik” olarak “Sünni blokaj” uygulamaktadırlar. “Şii yayılmacılığına” karşı “Sünni blokaj” taktiği bu durumda siyasal çekişmelere bir başka tehlikeli boyut kazandırmaya başlamaktadır ki, bu da “Mezhepsel çekişme” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Başika`ya Türk askerlerinin yerleşmesi ilk etapta pek bir yankı uyandırmazken, özellikle 15 Temmuz sonrası bu durumun gerginliğin de ötesine taşınarak artık tarafların doğrudan tehditleriyle konuşulmaya başlanması, Amerika`nın darbe sonrası Türkiye ile arasının giderek bozulmasıyla da ilgili bir durumdur.

Şayet darbe başarıya ulaşmış olsaydı, büyük ihtimalle ABD`nin her alanda daha rahat işbirliği yapabileceği / kullanacağı bir Türkiye portresi ile karşılaşmış olacaktık. Ancak darbenin başarısız kalması, Amerika`nın istediği bir Türkiye portresinin de kaybolmasına yol açtı. Son zamanlarda ABD ile bozulan ilişkilerin yanı sıra Türkiye`nin Rusya ile gelişen ilişkileri, ABD için Türkiye`nin bölgesel denklemden uzaklaştırılması şeklinde bir tavrın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Bağdat yönetiminin bu bağlamda Türk askerini kendi ülkesinde istememesinin anlaşılabilir yanları bulunsa da, ABD`li yetkililerin halen icra ettikleri işgalci pozisyonlarıyla Türkiye`ye yönelttikleri benzer eleştiriler oldukça manidardır.

Son kertede Bağdat`taki yönetim ile Ankara arasında birbirini izleyen tehdit ve restleşmelere Amerika`nın da katılıp “Türkiye, uluslararası koalisyonun bir parçası olarak Irak`ta bulunmamaktadır” şeklindeki açıklamaları, yaşanan gerginlikte Amerikan katkısını göz ardı etmememizi gerektiren en önemli faktörlerdendir.

3 Ekim günü Dubai merkezli Rotana Tv`ye röportaj veren Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan, “Son olarak Türkiye ve Suudi Arabistan`ın müdahalesi olmadan Musul`un kurtarılabileceğini düşünüyor musunuz” sorusuna şu yanıtı vermişti:

“Burada şunu açıklığa kavuşturmak istiyorum: Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Batılı koalisyon mezhebi bir hâkimiyete izin vermeyecek. Hedef Musul`un DAİŞ`ten kurtarılmasıysa bunu başarmak için iş birliği yapmalıyız. Fakat sorun şu: Ondan sonra şehirde kim kalacak? Elbette, Sünni Araplar, Sünni Türkmenler ve Sünni Kürtler. Haşd El Şaabi`nin Musul`a girmesine izin verilmemeli. Özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan onların girmesini önlemek için iş birliği yapmalı. Biz Başika`da kamp kurduğumuzda ve bizim güçlerimiz peşmergeyi eğitirken Bağdat`taki merkezi hükümet Türkiye`den rahatsız değildi. Ve desteğimizi talep eden kardeşlerimizi yüzüstü bırakmayacağız. DAİŞ`ten sonra Musul`un bir diğer terörist grubun eline düşmesine izin vermeyeceğiz. Öyle sanıyorum ki Musul konusunda İran da ihtiyatlı olacaktır çünkü Musul, Musul halkınındır ve Tel Afer, Tel Afer halkınındır. Haliyle başka kimse bu bölgelere girmemelidir”.

Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın Rotana Tv`deki açıklamalarının belirleyici olduğu 4 Ekim`deki Irak meclisinin aldığı kararlar şöyle:

“Türkiye`nin Bağdat Büyükelçisi`nin çağrılıp nota verilmesi, Türk güçlerinin ‘işgalci güçler` olarak sayılması ve Irak topraklarından çıkarılması için gerekenlerin yapılması, Türk güçlerinin Irak`a girmesini talep edenler hakkında yargıya başvurulması, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan`ın açıklamalarının kınanması, Türkiye ile ticari ve ekonomik ilişkilerin gözden geçirilmesi, Türk güçlerinin ülkeden çıkarılması için hükümetin BM Güvenlik Konseyi ve BM`ye acilen başvurması, hükümetin ayrıca ülkenin egemenliğinin korunması için siyasi ve diplomatik yollara başvurması”