• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

HÜDA PAR’ın her hafta yayınladığı “Gündem Değerlendirme”lerinin bu haftaki ekonomi bölümünde çarpıcı bir başlık vardı: “Ekonomi Büyürken Halk Fakirleşiyor!”

Salgın hastalık sürecinde ekonomik faaliyetlerde yaşanan uzun süreli durgunluk, Türkiye ekonomisinin 2021 yılı ilk çeyrekte yüzde 7 oranında büyüme gösterdiğinin açıklanmasıyla dikkatleri haklı olarak bu noktaya çekmektedir. Dahası, her dönemde büyüme yönünde yapılan her açıklama sonrasında “O halde neden fakirleşiyoruz?” soruları hep soruluyor.

Dünya ekonomisi şu sıralar ciddi bir darboğazın eşiğinde. Mali durumuna göre her ülkenin kendine özgü sorunları var. 1970’li yıllardan itibaren krizlerin üstesinden gelmek adına kapitalizmin sulandırılmış versiyonu olarak liberalleşme yönünde estirilen furya, günümüz itibarıyla yeni bir çıkmaz ile baş başa kalmıştır.

Muhtemelen Türkiye gibi başka ülkeler de önümüzdeki süreçte büyüme rakamlarını açıklayacaklardır. Ancak küresel ölçekte büyüme rakamları birbirini kovaladıkça itirazlar, eleştiriler de birbirini kovalamaya devam edecektir.

Gelelim “Ekonomi büyürken halk neden fakirleşiyor?” sorusuna.

Ekonomik büyüme rakamları, etki eden faktörler açısından spesifik bir durum arz etse de, küresel ölçekte ekonomilerin genel anlamda büyüdüğü sır değildir. Zaten kimse de bunu inkar etmiyor. Büyümenin tabana doğru yayılmaması da artık sır değildir. Bu anlamda HÜDA PAR’ın “Halk fakirleşiyor” açıklaması da sır değildir. Ancak büyümenin tabana neden yayılmadığı sorusuna verilen cevapların çoğu gerçek bağlamından kopuk, belli siyasi-ideolojik saplantılar barındıran ya da siyasal rekabetten kaynaklanan konjonktürel cevaplardan oluşması dikkatlerden kaçmamaktadır.

Büyüme demek; üretmek demek, istihdam demek, adil bölüşüm demektir. Ancak Türkiye örneğinde de gördüğümüz gibi büyüme rakamları ile üretim, istihdam ve bölüşüm arasında derin uçurumlar vardır. Bu uçurum her geçen zaman diliminde daha fazla büyümektedir.

Türkiye’de siyaset dilinin keskinleşmesi, siyasi rekabetin bir tür düşmanlığa dönüşmesi, bir de belli çevrelerin iflah olmaz ideolojik saplantıları, ekonomideki tüm sorunları iktidar partisi ile bütünleştirilen siyasi kimlik üzerinden “SİYASAL İSLAM” adını verdikleri ucube bir kavrama yüklemek suretiyle iktidar değişiminin ekonomik refahın garantisi olacağı varsayımına dayandırılmaktadır. Diğer konularda olduğu gibi ekonomideki aksaklıklarda da yürütme organlarının elbette payı inkar edilemez. Ancak sorun küresel çapta uzun dönemdir hüküm süren ve artık uygulayıcıları tarafından da kabul edilen çarpık kapitalist sistem sorunu olduğunu nedense pek kimse dile getirmez. Hatta sinek vızıltısından dahi Marxist devrim devşiren sözüm ona radikal solcular bile.

Kapitalist sistem, parası kadar insana değer verir. Haliyle kamunun zararına olsa da olabildiğince mal ve servet biriktirmek, bu uğurda doğa tahribatı başta olmak üzere en vahşi rekabet yöntemlerini ticari faaliyet olarak değerlendirmektedir. 1970’li yıllardan sonra başlatılan liberalleşme rüzgarları, sınırsız rekabet, devlet mekanizmalarına ekonomiden el çektirilmesi, buna bağlı yaşanan özelleştirme furyası, rekabet seviyesini üst sınırlara taşıdı. Bunun sonucunda zaten özünde fakirin daha çok fakirleştiği, zenginin ise daha çok zenginleştiği sistem tamamen zıvanadan çıktı. Zamanında Marxizm’e karşı tedbir olarak yer verilen “Orta sınıf” denen kendi kültünü bile yutmaya başladı. Küresel ölçekte liberal politika icraatlarının start almasından bu yana eriyen orta sınıfa karşı zengin ile fakir arasında giderek genişleyen makas, dünya servetinin yüzde 99’unun yüzde 1’lik bir kesimin tekeline düşmesiyle sonuçlandı.

Servet toplamının büyük oranda sınırlı sayıda baronun elinde toplanması, gelir dağılımı veya adil bölüşüm denen insani olguyu tamamen rafa kaldırdı.

Devlet mekanizmaları yerine göre gelirden sosyal paylar ayırır, dezavantajlı kesimlere bir nebze de olsa derman olur. Sınırsız rekabeti esas alan özel teşebbüsün sosyal riskleri azaltma gibi bir kaygısı yoktur. Daima kazanmaya, var olan devasa servetini daha da artırmaya odaklanır. Tek felsefesi kardır, daha fazla kazanmaktır. Öyle ki maddi açıdan uluslararası dev şirketler bütçe itibariyle çoğu ülkeyi geride bırakmış durumdadır. Devletler bu şirketlerden gerektiği kadar vergi bile alamamaktadır.

Kapitalist sistem, tüm dünyayı “Küreselleşme” adı altında servet baronlarının boyunduruğuna mahkum bırakmıştır. Birçok ülkede idari tasarrufların yönünü devlet mekanizmalarından ziyade servet sahipleri belirlemektedir. Çok kazanır, az vergi verir, paylaşmaz, bölüşmez, biriken kamu servetlerine çöker, teşvik ve desteklerde aslan payı kendilerinin olur.

Acısı da döviz kurundaki çarpıklıklar, artan faizler, yağan zamlar, yüksek vergiler, daralan istihdam olanakları, teşvik edilen aşırı tüketim vb şeklinde fakirleşen halka kalır.

Bu çıkmaz sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Abartılı “Siyasal İslam” kimliğiyle hiç alakalı değildir. Bu sorun gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere artık tüm ülkelerin sorunudur. Bu berbat model artık çıkmazdadır ve ideologları tarafından bile bir kurtuluş reçetesi üretilememektedir.

İkide bir yapılan “Küresel kriz” uyarıları, çıkmazın genel bir durum olduğunu, bu vahşi sistemin artık iflas ettiğinin açık göstergesidir.