• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

 Suriye üzerinden gelişen TürkRus ilişkileri bir tercih olmaktan ziyade Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerginliklerin bir sonucuydu.

Türkiye, ABD’ye karşı alternatif ilişki kartıyla karşılık verirken; Putin, bir NATO üyesini ABD’den uzaklaştırmanın keyfini çıkarıyordu.

Astana, Soçi ve S-400, yeni ilişkilerin anahtar kelimeleri olmuştu. Mutabakatlar, telefonlaşmalar, karşılıklı gidiş gelişler artık rutine bindirilmişti.

Ta ki Libya meselesine kadar. Libya’da Hafter’in koruyucu kalkanı Ruslarla karşı karşıya gelen Türkiye, Moskova ile yaşanan bahar havası sayesinde bir çözüm bulmayı umuyordu.

Ocak’ın ortasında Moskova’da Türkiye’den üst düzey katılımın yanı sıra Libyalı taraflar bir araya gelip bir uzlaşma metni ortaya çıkardılar.

Ancak Hafter’in imzalamadığı uzlaşma metnine rest çekercesine uçağına binip Moskova’dan ayrılması, Hafter üzerinde mutlak etkisi bulunan Moskova ile ilişkilerin seyrinde en ciddi kırılmaya yol açtı.

Libya cephesi Türkiye ile Rusya’nın karşıt cephelerde yer aldığı güç mücadelesine terk edilirken Türkiye tarafının Rusya’ya ilk ciddi mesajı Davos’ta düzenlenen “NATO’nun Geleceği” forumuna katılan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’ndan geldi. NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’ı bünyesine katma girişimlerine karşı Rusya’nın verdiği reaksiyonlar biliniyor.

Bu nedenle Rusya’nın tepkisini çekmemek adına Gürcistan’ın foruma davet edilmemesi, Çavuşoğlu’nun tepkisine yol
açtı.

Önce NATO’nun Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standarda değinen Çavuşoğlu, «Gürcistan›ı neden davet etmediğimizi anlayamıyorum.

NATO üyesi olarak biz Rusya ile görece olarak iyi ilişkilere sahip olduğumuz için eleştiriliyoruz ama Batılı dostlarımız Rusya›yı provoke etmeme bahanesiyle Gürcistan›ı davet etmek üzere anlaşmıyor.

Gürcistan›ın bize, bizim de Gürcistan gibi bir NATO müttefikine ihtiyacımız var.» diyerek aslında Ruslara açık bir mesaj veriyordu. Libya’da Türkiye’nin beklediği uzlaşma umudu, Ruslar tarafından karşılıksız bırakılmıştı. İlişkilerin sembolü haline gelen İdlib ve çatışmasızlık bölgeleri üzerine yaşanan karşılıklı suçlamalar ise son çatışma dalgası üzerinden en kırılgan dönemini yaşıyordu.

Suriye ordusunun başlattığı yeni operasyon dalgası, kırılganlıkla malul Astana ve Soçi mutabakatlarını bir anda kopma noktasına getirdi.

Yaşanan restleşme ve karşılıklı suçlamalar her ne kadar İdlib üzerinden yaşandıysa da Libya’da Rusların Hafter’in uzlaşmaz tavrına desteğinin etkisi az değildi.

Derken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna ziyareti, tören kıtasını Rus karşıtlığı üzerinde şekillenen Slav “Ukraina” selamı ile selamlaması, Kırım’a dair mesajlar, Ukrayna ordusuna vadettiği maddi destek gibi enstrümanlar, nereden bakarsanız büyük oranda Moskova’ya verilen mesajlarla doluydu.

Bu süre zarfında hükümete yakın Rus medya organlarında da bariz bir Türkiye karşıtı kampanyanın startı verilmek suretiyle reste rest mesajlar verilmekteydi.

Yine restleşme sürecinde ABD yetkilileri ve Suriye özel temsilcisi Jeffrey’in Türkiye’yi gaza getirmeyi amaçlayan mükerrer mesajları gözlerden kaçmamaktaydı. Sonra Putin’le telefonlaşma ve yeni bir zirve hazırlıkları gündemde olsa da bunun ilişkilerde yaşanan kırılganlığı ne derece onaracağı şimdilik meçhul görünüyor.

Restleşme ve “FETÖ’nün Siyasi Ayağı”na uzanan iç siyasetteki etkisi Türkiye’nin ABD ve NATO’ya alternatif olarak ürettiği kısmi “Avrasyacı siyaset”, bürokrasinin bir çok katmanında Ergenekon ismiyle malul Avrasyacı-ulusalcı kesimlere inanılmaz fırsatların kapısını araladı.

Bu kesimlerin son zamanlarda “Cemaatlerle savaş” söylemleri üzerinden FETÖ’yü aratmayan teorilerle gündemde olmalarının yanı sıra “Devletin sahibi” edasıyla mesajlar vermeleri gözlerden kaçmamaktadır.

Bunların devlette söz sahibi olmalarının Avrasyacı politikalarla doğrudan bağlantılı oldukları zaten bilinen husustur.

Mevcut iktidarın Avrasyacı politikalara yöneldiği hususu çok da net bir durum değil, daha ziyade konjonktürel durmaktadır.

Avrasyacı ekibi hükümetle buluşturan diğer bir önemli saik ise “FETÖ ile mücadele”dir. Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı kırılgan süreçte eski Gen. Kur. Bşk. İlker Başbuğ’un sıklıkla dillendirilen ama bir türlü açık tarifi yapılmayan “FETÖ’nün siyasi ayağı” konusunda ilk kez açık adres verdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ilk kez bu denli sert tepki vermesi ve mesaj barındıran “Boru siyaseti” günlerine atıflar yapması, sırtında küfeyi taşımadan nimetlerden faydalanan Avrasyacıulusalcı kesimlere verilen ciddi bir karşı mesaj olmaktaydı.

Hükümete karşı “Orgeneral” pozları takınan malum siyasetçinin, “Ukrayna ordusuna yardım yapacak bir hükümet Türkiye’de iktidarda kalamaz” şeklindeki açık tehdidi, Başbuğ’un “Siyasi ayak” sözleriyle birlikte değerlendirildiğinde, kırılganlıklar üzerinden can çekişen dış politikanın iç politikaya etkisini açıkça ortaya sermekteydi.

Zaten epey zamandır iç siyasette hararetli günler yaşanıyor.

Eleştirilerin neredeyse tümü kendi bağlamından koparılarak gizli ajandalar için araçsallaştırılmaya çalışılıyor.

Hükümetin ve hükümetin önemsediği resmi, özerk ve STK gibi kurumların organize bir şekilde yıpratılmaya başlanması, gidişatın hiç de normal rayında yürümediğinin açık göstergesidir. Elbette hükümetin eleştirilecek yığınla uygulamaları vardır. Bunu kimse inkar edemez.

Ancak eleştiri ve eleştirilecek uygulama ya da kurumlara dönük yürütülen kampanyalar, organize olduğu kadar kendi eleştirel zemininden uzaklaştırılarak adeta siyaseti dizayn etmeyi hedefleyen örtülü bir savaşa dönüştürülmüş durumdadır.

Öyle ki depremden, çığ felaketinden, uçak kazasından bile yıpratıcı siyaset üretip insanların acılarını, çığlıklarını bile dizayn aracına dönüştürmekten imtina etmeyen örtük bir örgütlü yapı ortalığı kasıp kavurmaktadır.

Tıpkı FETÖ dönemindeki gibi bilgi belge sızmalarının başını alıp yürümesi, devlet içi kavganın artık bir ayrışmaya doğru yol aldığının önemli işaretlerini vermektedir.

Başbuğ’un “FETÖ’nün Siyasi Ayağı” bağlamında ilk kez açık adres vermesi, belki de 17/25 Aralık benzeri bir yargı hamlesine davetiye çıkarmayı hedeflemekteydi.

Öyle ya, açık adres verildiğine göre bunun hakkında soruşturma yapmayı ihmal edecek ilgili savcılıklar görevi ihmal suçu işlemekle karşı karşıya bırakılmaktaydı.

Türkiye’de iç siyaset tıkanma noktasına gelmiştir.

15 Temmuz’dan bu yana özlenen normalleşme umutları gerçekleşmeden yerini karamsarlıklara terk etmiştir.

Yeniden kazan kaynatmaya başlayan eski vesayet temsilcileriyle gün yüzüne çıkan çelişkiler, RAND Corporation’un “Genç subaylar” üzerinden tedavüle soktuğu tahriklere kapı aralar mı bilinmez.

Ancak gidişatı bu yönde şekillendirme arzusunda olan odakların varlığını da kimse inkar edemez.