• DOLAR 34.509
  • EURO 36.549
  • ALTIN 2910.385
  • ...

Yüzüncü yılı nedeniyle Lozan üzerine çok yazıldı, söylendi. Genelde dünyanın, özelde de Osmanlı coğrafyasının şekillendiği Birinci Dünya Savaşı’nın son tagosu olan Lozan Görüşmelerinde, dini veya laik temelli bir devletin ikamesi de gündeme her vesileyle geliyordu.

Gariptir ama başta İngilizler olmak üzere Batılı devletler Osmanlı bakiyesi üzerine kurulacak cumhuriyetin veya devletin dini temellere dayanmasından rahatsız değillerdi hatta teşvik ediyorlardı. Nedeni basit; Hicaz Beyliklerinde, Sudan’da, Mısır gibi ülkelerde olduğu gibi te’dip edilmiş kontrollerindeki bir İslam’ı daha güvenilir buluyorlardı.

Yunanistan gibi ülkelerin başka sebepleri de vardı. Çünkü Kapitülasyon hukuku gereğince azınlıklar, kendi kiliselerine, kendi inançlarının hukukuna bağlıydılar. İttihat ve Terakki 1917’de bir kararname ile İslami Camiaların mahkemelerine son verse de Hristiyan azınlık için fazla değişen bir şey yoktu.

Tam da bu yüzden Batılılar; “Türkiye’de siyasal anlamda olmasa da örf ve gelenekte İslami hukuk devam etmeli” diyebiliyorlardı. 

Örneğin Lozan’daki Venizelos;Din devleti olan Osmanlı’nın İslam hukukunu uyguladığını, Hristiyanların da aile hukuku alanında eskiden olduğu gibi kendi hukuklarına bağlı olmaları gerekir…” diyordu.

Batılıların devamını istediği dini gelenek, elbette ki Hz. Peygamberin uyguladığı din ve devletin geleneği olmayacaktı. Vesayetçi yönetimler üzerinden dayatacakları gayri İslami yasa, zihniyet ve değerlere karşı çıkabilecek din temelli siyasi riskleri bu vesileyle kontrol etmek istiyorlardı.

Lozan’a dindar Anadolu insanını temsilen giden heyet, Batılılardan farklı düşünüyorlardı. Bizinkiler(!); daha o demlerde; kıt zamanda ne gibi çok ve büyük işler başaracaklarının hesaplarını yaptıklarından olsa gerek; Batılıların bu endişelerinin gereksiz olduğunun teminatını her vesileyle veriyorlardı.

Mesela İnönü; “Dinin belirleyici bir öge olamayacağını, ülkedeki tüm kesimlerin aynı laik hukuka bağlı olacaklarını.” her vesileyle vurguluyordu. Böylece endişeleri giderilen İngilizlerin şahsındaki dünyanın hakim güçleri; şekillenecek yeni devletin siyasal şeklinin, rejiminin zaten istedikleri gibi yapılanacağından emin olarak Misak-ı Milli’ye yoğunlaştılar.

Emperyalist devletlerin en büyük korkusu, son Afganistan İşgalinde de görüldüğü gibi İslam’ın, sessiz çoğunluklara vereceği anti emperyalist diriliş ve direniş ruhudur. Bu ruhun da Bizim Çocuklar dedikleri Yerli İşbirlikçileri tarafından sindirileceğini, tedip ve tenkil edileceğini, gerekirse kitle kıyımlarla etkisiz hale getirileceğine dair bir korkuları kalmıyordu.

Aynı durum; Şerif Hüseyn etrafında şekillenen İşbirlikçi Arap Coğrafyasında da vardı.

Bütün bunların sonucu olarak; İslam coğrafyasında ancak korku ve endişeyle gezmesi gereken Emperyalist Haçlı Şövalyeleri; Vahyin Topraklarında, bir Afganistan korkusu yaşamadan diğer ekonomik, stratejik ve ticari hedeflerine ilerlediler.

Malum son Osmanlı Mebusan meclisinde; Hristiyan ve Yahudi azınlık vekilleri İslam Şeriatının esaslarının daha sıkı uygulanmasını savunurken; İttihat ve Terakki Cemiyetinden kimi Müslüman vekiller ise Batılı yasa ve değerleri savunabilmişlerdir. Lozan’da bunun somut, beter tecellisi yaşanmıştır.

İttihat ve Terakki’nin varislerinin ağırlıklı olarak şekillendirdiği Ankara Hükümeti, şaşırtmamış, İttihat ve Terakki’den daha fazla Batıcı, daha fazla tavizkar, daha fazla Yerliye adavet etmiştir.

Tanzimat ve Cumhuriyetin ortak paydası; kıblenin Batıya dönmesi, Batılılaşma ve Batılı değerlerin ikamesi olmuştur. Yani:

“Kadd-i yâre kimisi servi demiş kimisi elif/ Cülenin maksudı bir amma rivayet muhtelif

Hakikaten az zamanda çok ve büyük hasarlar verilmiştir! Türkiye’nin istikrar ve asayişi için tersine mühendislik şarttır amma “Bu akl u fikr ile Mevla bulunmaz” fakat arayan bulur; Mevla’yı veya belayı!

Rabbim, Mevla’yı bulanlardan eylesin vesselam!