• DOLAR 34.481
  • EURO 36.284
  • ALTIN 2956.353
  • ...

ABD'nin elçiliğini Kudüs'e taşıma kararı aldığı 6 Aralık'tan bu yana Ümmet'in birinci gündemi Kudüs oldu hamdolsun!

Bizler de acizane o tarihten bu yana Kudüs'ü işlemeye ve gündemde tutmaya gayret ediyoruz.

Kudüs'ü salt Arap-israil sorunu haline getirmeye çalışan kavmiyetçi farklı kesimlerin hezeyanlarına aldırmadan elbette.

Bu süreçte yaşananlar yani İİT'nin olağanüstü toplanması, BM Genel Kurulu'ndaki üçte ikilik oylama ve İslam ülkelerinin kahir ekseriyetinin meseleye vahdet merkezli bakışı her türlü takdirin üzerindedir.

Ancak bu husus, bazı sinsilikleri görmemize veya görmezden gelmemize engel olmamalı.

Yüz yıl önce Filistin topraklarını siyonizme teslim ederek İslam coğrafyasına pimi çekilmiş bir bomba bırakan İngiliz siyasetine dikkat etmek gerekiyor.

Geçtiğimiz 6 Şubat'ta İngiliz Başbakan Theresa May ile siyonist Netenyahu arasında Londra'da gerçekleşen görüşmenin hemen ardından yapılan resmi açıklamada aynen şöyle söyleniyordu:

"May, hükümetin davetlisi olarak Başbakan Netanyahu'yu, kasım ayında İngiltere'de düzenlenecek yıl dönümü etkinliklerine katılmaya davet etti. Başbakan Netanyahu da Başbakan May'i İsrail'e davet etti."

Neydi bu davet?

Balfour deklarasyonunun 100. yıldönümü kutlamaları.

Bu davet 2 Kasım'da gerçekleşti.

Yani İngiltere, yüz yıl önce siyonist devletin temelini atmanın yıldönümünde zafer kutlamaları yapıyor ve bu kutlamaya siyonist başbakan Netenyahu'yu da davet ediyordu.

Ama aynı İngiliz BM Güvenlik Konseyi'nde yapılan oylamada ABD'nin elçiliğini Kudüs'e taşıması kararının aleyhinde oy kullanıyordu.

Bir taraftan kutlama, diğer taraftan karşı çıkma...

Neden?

İşte tam da İngiliz siyaseti dedikleri bu.

Ortadoğu denilen İslam Coğrafyası'nın yeniden dizayn edilmesinin proje ortaklarının başında gelen İngilizler, "A" planının akamete uğraması karşısında "B" planına göre hareket etme eğiliminde görünüyorlar.

İç çatışmalarla hem fiziksel hem de zihinsel anlamda tahrip edilmiş İslam Dünyası'nın Kudüs söz konusu olunca birlikte hareket etmesi ve "A" planı ısrarının asırlık projeleri Müslüman öfkesi ile karşı karşıya getirme ihtimali, "B" planını zorunlu kılmışa benziyor.

Kudüs özelindeki "B" planının "İki devletli çözüm" fikri olduğunu düşünenlerdenim.

Zira "İki devletli çözüm" fikri, görece İslam Dünyası lehine görünse de siyonizmin İslam ülkeleri eli ile meşrulaştırılması ve siyonist işgalciye çok ciddi bir dirençle karşılaşmadan her yıl yüz binlerce Yahudi yerleşimciyi Kudüs'e yerleştirme imkanlarını sunmaktadır.

Hele hele Fir'avun Sisi ile koordineli olarak Gazze halkının da Sina'ya taşınması projesi, "B" planının "A" planından sadece zaman farkı ile ayrıldığını göstermektedir.

ABD elçiliğinin Kudüs'e taşınması kararı ABD-Mısır ve Suud ittifakı ile olmasına rağmen BM Genel Kurulu'na karar aleyhindeki tasarının Mısır temsilcisinin teklifi ile verildiğini de not düşmeden geçmeyelim.

Özellikle İngiltere ve Mısır yönetiminin bu ikircikli tavırları ve yaman çelişkilerine bakıldığında aslında ne demek istediğimiz çok net anlaşılmış olacaktır.

Bu gerçekler ışığında Kudüs'ü nihai ve kalıcı olarak kurtaracak hamlenin "İki devletli çözüm" fikrini kabul etmek olmadığını belirtelim.

Kudüs'ü kurtaracak olan "Ümmet'in birliği ve beraberliği bilinci"dir.

Türkiye'nin ve Sayın Erdoğan'ın bunu tedarik etmek için Tekçi-Türkçü-Turancı fikirleri, dini dışlayan laik ve seküler zihin yapısı ile koskoca bir coğrafyayı parçalayan İttihatçı zihin yapısının ülkemiz üzerindeki izdüşümleri ile hesaplaşmaktan başka çaresi yoktur.

İmarat(BAE) denen uşak ruhlu bir yönetimin bir soytarısının Fahrettin Paşa'ya yönelik hezeyanları üzerine "Araplar bizi arkadan vurdu" şeklindeki İttihatçı yalan ve bu çerçevedeki söylemlere sarılmak, işte bu Ümmet bütünlüğü ve bilincine vurulmuş ağır darbelerden biridir.

Unutmayalım İngiliz Savaş Kabinesi Bakanı Arthur James Balfour, Lord Rothschild'e "altmış yedi kelimelik" bir mektupla Kudüs'ü teslim etmişse bu sadece İngilizlerin gücü ile açıklanamaz.

Bunun altında yatan en önemli neden, Osmanlı yönetimini ele geçiren İttihat ve Terakki'nin Araplar ve Kürtler başta olmak üzere farklı kavimleri küstüren hatta kopuşa sevk eden kavmiyetçi, tekçi-tektipçi ve dışlayıcı politikalarıdır.