Şu yerli araba meselesi!
Dönem dönem Türkiye`de dillendirilen bir meseledir yerli araba meselesi.
Ancak bugüne kadar bu meselede herhangi bir mesafe kat edilemedi.
Ford-Otokoç ortaklığı ile vücut bulan ‘Anadol` marka arabanın başına gelenler ise tam evlere şenlik.
En son hatırlayabildiğim kadarı ile Türkiye'de bu işlerle Jet-Fadıl olarak bilinen bir şahıs ilgileniyordu ama o da gerisini getiremedi.
Mesele sadece araba ile kalsa iyi!
İnşaat sektöründe baş döndürücü bir hızla ilerleyen ve yurt dışında dahi bu sektörde aranan bir ülke olan Türkiye, bir asansör motoru dahi üretememektedir.
Hakeza tekstilin merkezlerinden biri olmasına rağmen bırakın çift iğne dikiş makinesini, bir iğne bile üretemediği gibi.
Örnekler çoğaltılabilir ama asıl olarak bu meselenin kaynağına inmek lazım.
Meselenin çok basit bir sebebi var:
‘Geçmişten gelen birikimin ya da altyapının gelecek kuşaklara taşın(a)maması!`
Bu alt yapı var mıydı peki?
Elbette!
Zira Osmanlı'nın son dönemlerine kadar da zamanın teknolojisinden en üst düzeyde istifade edildiği bilinen bir gerçektir.
Ne olduysa Batıcı kadroların yönetimi ele geçirmesi ve sonrasında da Batıcılığın rejim haline gelmesinden sonra oldu.
Sadece ağır sanayi ve teknoloji alanında değil; güçlü bir medeniyet kurmanın bütün şifrelerini bünyesinde barındıran her alanda adeta bir el devreye girdi ve bu alt yapının taşınması meselesini tamamen inkıta`a(kesintiye) uğrattı.
Bu konuda aslan payının 1928`deki alfabe değişikliğine ait olduğunu sanırım söylemeye gerek yok.
Laik Cumhuriyetle birlikte sadece 1300 küsur yıllık bir geçmişin değil, bu meselenin de külleri göğe savrulmuş oldu.
Şu an dünya ağır sanayisinin lider ülkesi tartışmasız Almanya'dır!
Oysa Almanya, hem birinci hem de ikinci dünya savaşlarında çok ağır yenilgiler almış; harap olmadık bir şehri bile kalmamış ve adeta yerle bir olmuştu.
Buna rağmen dili, dini, kültürü ve halkı ile barışık bir sistem geliştirdiği için var olan alt yapısını yeni nesillere taşımayı başarmış ve küllerinden yeniden doğarak ağır sanayide dünya liderliğinin zirvesine oturmuştur.
Japonlar da 2. Dünya Savaşı`nda iki atom bombası ile sarsılmalarına ve harap olmalarına rağmen dillerine, inançlarına, kültürlerine ve tarihlerine olan bağlılıkları ve devlet sistemlerinin halkı ile barışık yapısı üzerinden alt yapılarını yeni nesillere taşıyabilmiş ve teknolojide dünya devi haline gelmişlerdir.
İşin sırrı budur, gerisi laf ü güzaftır!
Günümüze gelirsek…
Mevcut dünya düzeninde ağır sanayi liderliği ve teknolojik üstünlüğünü başka rakiplerine kaptırmak istemeyen sömürgeci güçlerin özellikle İslam ülkeleri için bu konuda tedbir aldıklarını çok rahat söyleyebiliriz.
Aldıkları tedbirin adı ise tek kelimeyle SAVAŞ`tır.
Çünkü savaşın olduğu yerde öfke var, akıl yoktur; duygular kabarık, sağduyu diptedir; yerinde sayma hatta gerileme var; düşünme, üretme, terakki, tekâmül yoktur!
Savaşın coğrafyamıza taşınması ve coğrafyamızın adeta RİNG alanına dönüştürülmesinin esas nedeni de budur!
Madem hakikat-i hal budur!
O halde “yerli araba”nın yolunun halk(lar)ımızın dili, dini, kültürü ile barışık yeni bir sistem kurmamızdan ve topraklarımızda çıkarılmak istenen savaşlara ‘taraf` olmamamızdan geçtiğini kesin olarak bilmemiz gerekiyor.
Böyle bir sistem olursa yerli araba da, ikili hatta üçlü-dörtlü dikiş iğnesi de, asansör motoru da olur!
Ya olmazsa?
Anadol ve Jet-Fadıl hikâyelerine üçüncü bir hikâye daha eklenmiş olur!