Temel haklar provoke edilemez
Öteden beri adına "Çözüm ya da Barış" denen sürece destek sunmakla birlikte çekincelerimizi de hep dile getirdik.
Bu çekincelerimizin en önemlilerini şu üç başlık altında toplayabiliriz:
1-Devletin/hükümetin Kürt halkının ancak beşte birinin desteğine sahip PKK/HDP`yi tek muhatap olarak görmesi ve bu anlayış doğrultusunda bir pratik sergilemesi.
2-PKK/HDP`nin ise bu muhataplık düzeyini fırsat bilerek Kürt halkının değil, kendi grupsal çıkarlarını öncelemesi.
3-Kürt halkının gasp edilmiş en temel insani hak ve hürriyetlerinin bu iki kesimce devletsel ya da grupsal çıkarlar öncelenerek pazarlık konusu edilmesi.
Taraflar bu eleştiri ve suçlamaları kabul etmeseler de her iki kesimin de hal-i hazırdaki uygulamaları fazla söze hacet bırakmıyor.
Irkları, dilleri ve renkleri birer ayet olarak kayıt altına alan Kur`an-ı Kerim`e iman etme zorunluluğu bulunan hiçbir mü`min, bu ilahi kaideyi inkâr edemez, yok sayamaz veyahut görmezden gelemez.
Hükümet üyelerinin neredeyse tamamı bu anlayışta olmasına rağmen, laik devlet yapısının kırmızıçizgileri ile örtüşmeyen hususlarda fincancı katırlarını ürkütmeme adına olsa gerek, bu yönde bir irade ortaya koyamadıkları görülmektedir.
Son yıllarda devletin istihbarat kurumlarında hükümetin zihin yapısına uygun atamalar yapılsa da, Kürt halkının hak talepleri söz konusu olunca klasik Kemalist reflekslerin devreye girdiği ve bu masum taleplerin provoke edilmeye çalışıldığı ehl-i ferasetin nazarından kaçmamaktadır.
İşin üzücü olan tarafı ise bu provokasyonun iki yönlü olması, hatta ortak bir eylem birlikteliğine dayanmasıdır.
Bu cümleden olarak, Diyarbakır başta olmak üzere birkaç yerde ilkokul düzeyinde Kürtçe olarak eğitim yapılması kararı, esas itibarı ile hem olumlu hem gereklidir.
Ancak hem takip edilen usul ve talep şekli hem de bu talebe devletçe verilen cevap, en masum ve en makul bir hakkın sabote edilmesi anlamına gelmektedir.
Özel dahi olsa bir okula Kürt halkının tamamı tarafından değil, sadece bir kısmınca lider olarak kabul edilen bir şahsın annesinin isminin verilmesi, bir halkın hakkını talep etmekten ziyade, o örgütün çıkarlarının öncelenmesi anlamına gelmektedir.
Bahse konu şahsın Türkiye kamuoyundaki algısı da göz önünde bulundurulduğunda bu girişimin çatışmaya davetiye çıkaracağı kaçınılmazdır.
Bu çatışmanın taraflarını Kürtler ve Türkler olarak yansıtmak, hem Kemalizmin hem de Apoizmin işine gelmektedir.
Derin ve karanlık dehlizlerde el birliği ile pişirilen senaryoların masum kisvelere büründürülmesi, hiçbir pazarlığa endekslenmemesi gereken hakların ötelenmesinden başka bir işe yaramaz.
Meseleye bakış açısı hudapar.org`da 16 Eylül 2014 tarihli HÜDA PAR`ın haftalık gündem değerlendirmesinde de ele alındığı gibi şu şekilde olmalıdır:
"Ana dilde eğitim alma temel bir insan hakkıdır. Temel hakların tanınması bir lütuf olmadığı gibi, herhangi bir şarta bağlanması veya pazarlık konusu yapılması da doğru değildir.
Başta asli kurucu halklardan olan Kürtler olmak üzere ülkede konuşulan diller resmi olarak tanınmalı, herkesin kendi anadiliyle eğitim alabilmesi için gerekli düzenlemeler acilen yapılmalıdır."
Seksen-doksan yıldır öz benliğinden uzaklaştırılmaya çalışılan sahipsiz ve değerli bir halkın "Tavşan kaç, tazı tut." hokkabazlıklarına ayıracak ne vakti ne de tahammülü vardır.
Kemalizmin, hilafeti ortadan kaldıracak çözüm yolu için "Hilafet tehlikededir, halifeyi kurtarmamız lazım." argümanını kullandığı yakın tarihin en ibretamiz vakalarından biri olarak kayıtlarda yer almaktadır.
Takip eden süreçte ve ilk fırsatta Hilafet Makamı`nın Kemalist kadrolarca resmen lağvedildiği de bilinmektedir.
Apoizmi Kemalizmden rol çalarak yeni bir şeymiş gibi yutturmaya çalışan veya Diyarbakır`ı küçük bir Ankara modelliğine soyundurmaya çalışan akl-ı evvellere, 1930`lu yılların Türkiye`sinde yaşamadığımızı ve Kemalizm`in de fiilen tedavülden kalktığını hatırlatmak isterim.
Selam ve dua ile...