Deccalizmin İslamla Amansız Savaşı
Osmanlı toprakları üzerindeki ortalama üç asırlık toplum mühendisliğinden sonra Lozan`la birlikte bu coğrafyanın kıblesi, Kâbe`den Paris`e resmen ve cebren çevrildi.
Yeni kurulan TC`nin, Ortadoğu diye tabir edilen İslam Dünyası`nın dışında kalması ve yönünü Batı`ya çevirmesi, Cumhuriyet`in kurucu felsefesinin gereği olarak “devlet politikası” haline getirildi.
Bu politikaya yani kurucu felsefenin bu yeni konsept ve paradigmasına uymayan bütün yapı ve yapılanmalar, cemaat ve tarikatlar, eleştiriler ve itirazlar, en şedid ve en ceberrut yöntemlerle bastırıldı, sindirildi, insanlığa karşı işlenen en ağır suçlar ve cürümler irtikâp edildi.
Bu, Osmanlı`nın şahsında topyekûn bir medeniyetin yani İslam medeniyetinin küllerini, küresel oyun kurucuların nam-ı hesabına çalışan içerideki gizli bir “zındıka komitesi” eliyle göğe savurmayı hedef edinen bir süreçti.
Türkiye Cumhuriyeti`nin NATO üyeliği ile birlikte yeni bir sürece girildi. Bu süreçte hedeflenen, bu yeni ülkeyi küresel kapitalist-seküler sisteme entegre etmekti. Bu hedef doğrultusunda hareket etmeyi taahhüt eden müesses nizamın önüne, asla aşılmaması gereken iki tabu kondu:
Birincisi, Büyük Britanya`nın Anglosakson çocuğu ABD`nin özellikle İslam Dünyası`ndaki çıkarlarına engel olmamak… Hatta gerekirse mazrufu teşkil eden bu çıkarları koruma adına, zarfı biraz milliyetçilik ya da ulusalcılık, biraz yerellik, biraz da İslamcılık kokan projelerin içinde gönüllü hizmet erleri ya da stratejik ortaklar şeklinde yer almak… Önemli olanın bu proje olduğu, kişi ve kurumların ise konjonktürel olduğunu sanırım belirtmeye gerek yok. Emekliye sevk edilen eski aktörlerin yeni aktörlere şiddetli taarruzlarını da, “Neden biz değil de onlar?” şeklinde okumanın daha doğru olacağı kanaatini taşıyorum.
İkincisi ise, israil`in ilelebet payidar olmasını temin edecek bilumum politika, plan ve projeleri desteklemek, ihtiyaç halinde zımnen yani kapalı kapılar ardında ihtiyaca binaen aleni olarak bu tarz projelerin içinde yer almak… (Mavi Marmara sonrası, israil`e düşmanlığın tavan yaptığı şu dönemde israil`in Türkiye ihracatının rekor seviyelerde olduğunu ve yine hükümetin Hamas`ı silahsızlandırmak ve iki devletli bir çözüme razı etmek için girişimlerde bulunduğunu hemen hatırlatalım.)
ABD çıkarları ve israil`in güvenliği meselesi, “partiler üstü” bir konumda olup değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir devlet politikasıdır. Bunu değiştirmeye yeltenenler, merhum Erbakan gibi iktidardan alaşağı edilirler.
İran ve Batı arasındaki arabuluculukta, İran`ın tamamen haklı olduğunu gören Türkiye`nin, BM`de yapılan ambargo oylamasında mertçe ve asilce ret oyu kullanmasının hemen akabinde, Obama`nın elinde beyzbol sopası ile Başbakan`a safını netleştirmesi konusunda uyarıda bulunduğu iddia edildi. Bu hususun doğru olup olmadığını bilmiyoruz, ama Türkiye`nin çok kısa bir süre sonra İran`dan aldığı petrolde % 20 oranında azaltmaya gittiğini ve bu uygulamanın ambargoya sembolik de olsa destek vermek anlamına geldiğini biliyoruz.
Libya`ya müdahaleye tamamen karşı olduğunu yüksek perdeden dile getiren Başbakan`ın, ne olduysa müdahaleyi savunur hale geldiğini hatta müdahaleye destek verdiğini de biliyoruz.
Füze rampaları ve patriotların Türkiye`ye yerleştirilmesi sürecinde de benzer yaman çelişkilerin yaşandığı da hâlâ hatırımızda.
Son olarak Suriye`deki “Nusra cephesi” başta olmak üzere El-Kaide benzeri yapıları silahlandıran, “A” protokolle ABD`ye seyahatten önceye kadar da onlara “mücahit” muamelesi yapan hükümetin ve bizzat Başbakan`ın Garden Rose`da “Esed`siz ve teröristsiz” bir Suriye konusunda ABD ile mutabık kaldıklarını beyan etmiş olmasını, yine bu kadim politikanın bir tezahürü olarak görmek gerekir.
Son iki ayda Türkiye`yi üç kez, evini ise sadece iki kez ziyaret eden John Kerry`nin, tekin olmayan ziyaretlerinin sebeb-i hikmetini anlamış olmamızın yanı sıra, doğrusu Türkiye`deki El-Kaide yapılanmasına operasyonların da ufukta göründüğünü söylemek kehanet olmasa gerek.
Yeni Akit Gazetesi Ankara temsilcisi Yener Dönmez, 22 Mayıs tarihli yazısında, Dışişleri Bakanlığı`nın araştırmalar sonucu Nusra`nın “İran ve Hizbullah tarafından kontrol edildiği” bilgisine(!) ulaştığını söyleyerek rahatladığını söylüyor.
Türkiye`deki Hizbullah Cemaati`nin de Ergenekon`la irtibatlandırılarak bu hususun masum ve mütedeyyin insanlara yönelik operasyonlara gerekçe haline getirildiğini hatırladım birden. Ve acı acı güldüm doğrusu, ağlanacak halimize.