Hikmet-i hükûmet!
“Biz bilmeyiz begim, büyükler bilir!” de diyebiliriz buna.
Dünya Sözlük`e göre ise “Devletin canlı bir organizma olduğu görüşünü benimseyen bir doktrindir. Bu bağlamda devletin bir aklı vardır ki zaten doktrinin bir diğer adı da devlet aklı'dır. Machiavelli`in de üzerinde durduğu doktrine göre devletin çıkarları kişilerin ve toplumun çıkarlarından üstündür. Hatta her türlü hukuksal ve ahlaksal değerden de üstündür. Devlet, çıkarları doğrultusunda hareket ederken herhangi bir hukuksal ya da ahlakî ölçüte riayet etmek zorunda da değildir.”
Sözlükteki bu tanım ya da tanımlama bir bakıma Türkiye`nin politik geçmişinin de bir özetidir.
Partiler; halkın beklenti, talep ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak bir program hazırlar ve bununla milletin karşısına çıkarak vaat ve taahhütlerde bulunurlar.
Kitle iletişim araçlarının nerede ise tamamında yer alan bu vaatler, gür bir sesle dile getirilir.
O kadar kat`î ve kesindir ki “Ok yaydan çıktı” misali geri dönüşü, çark edilmesi mümkün değil gibi görünür.
Ancak bir süre sonra görüş veya vaatlerin tam tersi yapılmaya başlanır.
1991`deki SHP-HEP koalisyonu döneminde barış ve Kürt sorunun çözümü vaatleri, yerini Cumhuriyet Türkiye`sinin en karanlık, en çatışmalı, en korkunç dönemlerinden birine bırakmıştır.
Aynen bizdeki “Çözüm süreci” ve sonrasında yaşananlar gibi…
Bahçeli`nin iktidar ortağı olduğu dönemde Öcalan`ın idamını önlemek için Bahçeli ve partisinin oyları ile idamın kaldırılması, merhum Erbakan eliyle TSK`daki mütedeyyin insanların ordudan atılması ve “Türk milliyetçiliği de Kürt milliyetçiliği de ayaklarımın altındadır!” diyen ve bu uygulamaya pabuç bırakmayacağı düşünülen Erdoğan`a ‘Bozkurt` işaretli Türkçülük yaptırılması vs.
İşin enteresan tarafı, buna bir de devlet ciddiyeti kılıfı giydirilerek bunun “devlet sorumluluğu” ambalajı içinde sunulmasıdır.
Böyle zamanlarda ortaya çıkan bir diğer tuhaflık, baş gösteren bu hikmet-i hükümete dokunulmazlık ve biraz da kutsiyet kılıfı giydirilmesidir.
Evet, kuvvetle muhtemeldir ki “Devletin bekası tehlikeye düşmüş, iktidardaki yöneticiler de bu mutlak öncelik ve öneme sahip bilgiye henüz vakıf olmuşlar ve hâsıl olan bu mutlakıyet karşısında, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır!” hakikatine ulaşmışlardır.
Bir nevi halk adamı olmaktan devlet adamı olmaya geçiş aşamasıdır bu!
Böyle zamanlarda partiye ve liderine gönül vermiş insanların “Arkadaş dün ak dediğimize bugün kara diyoruz, ne iş?” demesine fırsat verilmez, uluorta bunun dillendirilmesine müsaade edilmez, aykırı davrananlar da hamaset ikliminin bu anaforu içinde “ihanet” damgası ile tecziye edilir.
İktidarda iken tersi yapılan halka yönelik vaat ve taahhütler unutulmuş veya unutturulmuş, kitle iletişim araçları ve özellikle de TV`ler kullanılarak âna ve zamana uygun bir “siyasi diskur” üretilmiştir.
Doğru ile eğri arasındaki geçişkenlik ve geçirgenliğin yüksek enflasyona maruz kaldığı hakikaten “ilginç” zamanlardır bunlar.
Ne yapmalı, ne etmeli, bu işin içinden nasıl çıkılmalı?
Dost acı söyler!
“Aka kara, karaya ak dedirtme mecburiyetinin bütün gerekçelerinin halka anlatıldığı, Hakk`a batılı karıştırmama yüce hedefi doğrultusunda varsa bedel ödemeyi göze alarak hikmet-i hükümet yerine “Sine-i millet!”
Hani derler ya:
İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim!
Namık Kemal gibi;
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten
(Düzenin/sistemin değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek
kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.)
Selam ve dua ile…