• DOLAR 34.312
  • EURO 37.22
  • ALTIN 3018.549
  • ...

Bir önceki yazımızda İslam dünyasına liderlik etmenin önündeki bir asırlık tecrübî engelden bahsetmiştik.

Bu yazımızda ise yine modern ve seküler zamanlarda İslam dünyasına öncülük edecek bir terminolojiye veya tek bir kavrama sahip olup olmadığımızdan bahsedeceğiz.

Genel kabul görmüştür ki en az üç yüz yıldır bize dayatılan ve dokunulmaz kılınan Batılı kavramlara alternatif tek bir kavram dahi üretememişiz. Belki bunun üzerine düşünmeyi bile becerememişiz.

Söz gelimi laiklik, demokrasi, insan hakları, liberalizm gibi Batılı kavramlara bırakın alternatif kavram bulmayı; birey, toplum veya kurum olarak kendimizi ifade edebilme adına bu kavramları kullanmadan edemiyoruz. Hele hele global bir meşruiyet temini peşinde isek bunlar, vazgeçilmezlerimiz haline geliyor.

Açıkçası bu husus, aziz İslam`ın artık meşruiyet kaynağı olarak görülmediği şeklinde çok acı bir fiilî durum olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu konuda istisna ve örneklik teşkil etmeleri gerektiğini düşündüğümüz devletleşmiş veya devletlerin başına gelmiş İslam referanslı anlayışlar, maalesef ve maalesef ki milliyet-mezhep bariyerini bir türlü aşamamışlar ve İslam dünyasının topyekun bir inkisâr-ı hayale uğramasına sebebiyet vermişlerdir.

Düşünce ufku ve pratiği bu Batılı kavramlarla şekillenen bir anlayış ile İslam dünyasına liderlik pozisyonuna bürünmek gerçekçi değildir.

Kendimizi kandırmayalım.

“Hele bu dönem, hele bu dönem, ölüm-kalım mücadelesi veriyoruz, görmüyor musunuz?”

“Ya bir durun hele, daha vakti var!” yollu mantığa bürünmelerle vakit de nakit de kaybetmeyelim.

Nesillerimizi kaybediyoruz.

Ekinlerimiz yok ediliyor.

Körlerin köyündeki gözü sağlam insanlara “hasta” muamelesi yapıldığı gibi mevcut durumda dikkatleri tehlikelere çeken insanlar da aynı muameleye tabi tutuluyor.

İçtiğimiz su bozuk, yediğimiz yiyecekler, giydiğimiz giyecekler bozuk, soluduğumuz hava, idare olunduğumuz sistem bozuk…

Üstüne bir de kafalarımız bozuk…

Başka bir şey demeye gerek yok.

Toplumun haline şöyle bir bakmak yeterli olacaktır:

Cinnetler, cinayetler, güvensizlikler, tahammülsüzlükler, boşanmalar, tacizler, tecavüzler; devlet kurumlarında vakay-ı âdiyeden sayılan nitelikli dolandırıcılıklar, rüşvetler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, arsızlıklar, hayâsızlıklar…

Almış başını gidiyor.

Toplumsal bünyemizi sarmalamış, kılcal damarlarımıza kadar sirayet etmiş sinsî nüfûzların farkına bile varamıyor, yakamızı bir türlü kurtaramıyoruz.

Sağlık ve ecza sektöründe tekelleşmiş Rotschilld ailesine milyarlarca dolar para kazandırmakla kalmıyor, ilaç diye bünyemize zerk edilen ağır kimyasallarla kişilik kırılması, şahsiyet bozulmasına uğruyoruz.

Alın terimizle helal, sıhhî ve tabiî olan yerli üretimlerden hızla uzaklaştırılıp hazır ve ucuz, fabrikasyon besinlere yönlendiriliyor; zihnen de bedenen de obez varlıklara dönüştürülüyoruz.

Bu yetmiyormuş gibi en az beş asırdır bizi sömüren, katleden, aramıza nifak sokan, ayrılık tohumları eken cellâtlarımıza halâ öykünüyor; bize dayatılan siyasal tasarımlardan ısrarla vazgeçmiyoruz.

Evet, İslam dünyasına liderlik gibi bir hedefimiz olmalı; ancak bu hedefe giden yolun iç sorunlarımızı halletmek ve toplumsal barışımızı sağlamaktan geçtiğini bilmeliyiz.

Bunun için milliyet, mezhep ve meşrep farkı gözetmeksizin bu konuda endişe sahibi bütün İslam ülkelerinin katılımı ile ortak enstitüler kurulmalı; hiçbir halkın kendisini ‘öteki` olarak görmeyeceği bir “üst kimlik ve liderlik modeli” oluşturulması çalışmalarına âcilen başlanmalıdır.