İhvan’ın Reçetesi: İslam’a Rucu ve İttihad
İhvan-ı Müslimin, yaklaşık bir asra yakındır İslam coğrafyasını fikri, siyasi ve hareketi anlamda aydınlatan en istisna cemaatlerden biridir.
Bu misyonu başta cemaatin kurucusu, rehberi olan Hasan el Benna olmak üzere Hasan el Hudeybi, Ömer el Tilmisani, Muhammed Hamid Ebu’n Nasr, salih Aşmavi, Seyyid Kutup, Muhammed Gazali, Abdulkadir Udeh, Said Havva ve Mustafa Sıbai gibi İhvan’ın fikir ve hareket önderleri en net şekilde ortaya koymuştur.
İmam El Benna daha önce ele aldığımız düsturların yanı sıra hareket bazında bazı diğer ilke ve kaideleri kendisine mihenk taşı edinmiştir.
El Benna özelde Mısır, genelde İslam coğrafyasındaki geri kalmışlığı İslam’a bağlılığın gevşemesine ve batı taklitçiliği yani kültürel emperyalizme bağlamıştır. Dolayısıyla kendi dini, tarihi ve medeniyetinin cahili olanların kimlik buhranı yaşadığını, adeta kıble edinilen batı kültürünün dini dinanizmi azalttığını bundan Müslümanların tek kurtuluş reçetesinin İslam’ın değerlerine rücu etmek ve vahdet olduğunu tüm gayretiyle ortaya koymuştur.
Bunun için en başta Efendimiz aleyhissalatu vesselam’ın hane hane, çadır çadır gezip Mekke halkını İslam’a davet etmesi gibi El Benna da davet ve irşad çalışmalarına kahvehanelerden başlamış, kahvehanelerde zaman tüketen ve buhranın kıskacındaki insanlarla ilgilenip onları camiye çekmek suretiyle halka yayılmayı tercih etmişti.
Yumuşak bir üslupla ayrıştırmayı değil birleştirmeyi esas almış ve insanlar hangi günahın bataklığında bulunursa bulunsun mahcup etmeden, tahkir etmeden ve küçük görmeden onlara hikmetle yaklaşmayı adet edinmişti.
Kahve konuşmaları, cami sohbetleri, birebir hasbihaller, latif hitabetler, dergi ve gazete kürsüleriyle davet çalışmalarına ivme kazandırmış, etrafındaki ihvan halkasını günden güne genişletmişti.
Evet, Üstad, davet çalışmalarına başladığı gençlik yıllarından beri hep kucaklayıcı olmuştur ve belki de böyle davranmasının temelinde en büyük hayalinin ümmetin ittihadı olmasından olmuştur. Şehit edilinceye kadar da ümmetin vahdetini dert edinmiş; bu endişeyle çalışmalarını dizayn etmiş, yazmış, konuşmuş ve yaşamıştır.
Bu hususta nakledilen şu meşhur anısı dikkat çekicidir.
Üstad, Ramazan ayında gittiği bir mescitte teravih namazı mevzulu bir münakaşanın içerisinde kendini bulur. Kavga eden bu gruba dönüp onlara: “ Teravih namazı farz mıdır, sünnet midir?” diye sorar. Cemaat de cevaben: “sünnettir” der. Üstad, tekrar sorar: “Peki Müslümanların ihtilaf etmemeleri ve vahdet içinde bir binanın yapıtaşları gibi durmaları farz mıdır, sünnet midir?” Cemaat bu sefer cevaben: “farzdır” der. O da bunun üzerine: “siz farzı bırakıp bir sünnet yüzünden münakaşa edip kavga edip günaha giriyorsunuz. Sünnet için farzı terk edecekseniz bu mescidi kapatın, teravih kılmayın ve evlerinize gidin” der.
Maalesef ki ümmetin hali pür melali bu hususta bugün de bu durumdadır. Ümmetin birliği sudan bahanelerle paramparça edildiğinden ümmetin ne vahdeti var ne heybeti var. Bu yaranın acısını o günlerde içinde hisseden Üstad, daima bu derdin yegâne dermanının ümmetin ittihadı olduğu şiarıyla hareket etmiştir.
Rabbimizin, bizi de buhranın, günahın, zilletin, ezikliğin, tükenmişliğin zincirlerini kırıp hakkıyla Allah’a rücu eden ve ümmetin vahdetini gözleriyle gören kullarından kılması temennisiyle, bayramınız mübarek olsun.