Okyanuslarda kulaç atan Türkiye Fırat’ta boğulmamalı
Türkiye ne zaman içeride toplumsal barışı sağlamaya ve dışarıda da komşularıyla olan ilişkilerini olması gereken düzeye çıkarmaya yeltense, hem içeriden ve hem de dışarıdan bu girişimlerini boşa çıkaran engel ve saldırılara maruz kalmıştır ve kalmaktadır.
Türkiye’nin toplumsal barış konusunda yaşadığı sorun, ne yazık ki, Cumhuriyetin kuruluşuyla yaşıttır. Çünkü Mustafa Kemal’in, inancıyla ve yaşantısıyla yeni bir toplum yaratmak yönündeki emeli, toplumun %99’unu karşısına almak anlamına geliyordu. Bu %99’luk toplumu dini aidiyetleri üzerinden “mürteci” diye adlandırıp ötekileştirmek ve hedef göstermekle kalmadı, bir de etnik aidiyet üzerinden ötekileştirip hedef gösterdi. Bununla da kast ettiği Kürtlerdi ve adlarını “bölücü” koydu.
Tek Parti Dönemi’nin gerçekleştirdiği katliamlar, izlediği inkâr politikaları ve diğer zulümler iç barışı öyle bir zehirledi ki, bir komutanın da bir zamanlar itiraf ettiği gibi, “düşük yoğunluklu savaş” hali yaşadığımız bile oldu. OHAL’i de saymıyoruz.
Toplumun %99’unu “iç düşman” olarak gören bu zihniyet, aynı zamanda bütün komşularını da düşman olarak görüyordu. Okullarda bile “etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu” öğretilirdi.
Örneğin, Almanya, İkinci Dünya Savaşı’na da girip ikinci kez yerle bir olduğu halde kısa zamanda yeniden toparlanıp, dünyanın ilk ülkeleri arasına girmeyi başarırken, bu zihniyet üreten insanlarını dahi yok etti. Bu zihniyet, toplumsal barışı yeniden inşa etmede olduğu gibi, statükoyu korumada da en büyük pay sahibi olan Eğitim Sistemini bile bir antlaşma ile ABD’nin güdümüne bıraktı.
Menderes’ten Özal’a ve Erbakan’dan Erdoğan’a kadar her kim toplumsal barışı sağlamak yönünde bir adım attıysa, kendilerine bedeli ödetildi. Bu hamlelere dayanabilen tek kişi Erdoğan oldu.
Türkiye’nin iç barışına yönelik saldırıları ve komşularıyla ilişkilerini geliştirmesinin önüne çıkarılan engelleri de bu şekilde okumak gerekir.
Türkiye’nin son yıllarda hem iç barışını sağlamada ve hem de Akdeniz’den Karadeniz’e, Balkanlardan Afrika’ya ve Kafkaslardan Orta Asya’ya kadar değişik alanlarda varlığını göstermesi, doğal olarak birilerini rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlıklarını da örgütler, darbeler, ekonomi ve diğer araçlar üzerinden saldırarak göstermektedirler.
Bütün bunlarla birlikte bir de ABD ve müttefiklerinin Türkiye’ye biçtikleri ve yerine getirmesi için baskı yaptıkları roller vardır. ABD, Türkiye’yi bir yandan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ve Orta Asya’daki emelleri için koçbaşı olarak kullanmaya çalışırken diğer yandan kendi ayakları üzerinde durmaması için de hem içerideki ve hem de dışarıdaki müttefikleri üzerinden kontrollü bir istikrarsızlığı da dayatmaktan geri kalmıyor. Ancak ABD’nin bu emellerini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini belirleyecek olan Türkiye’dir. Onlar nasıl ki, kendi emelleri için devletlerinin istikrarsızlığını esas alıyorlarsa, bölge ülkelerinin de hayati derecede ihtiyaç duydukları şey istikrardır. Bu istikrarı da birincisi, kendi vatandaşlarıyla barışık olduklarında ve ikincisi, birbirileriyle olan ilişkilerini olması gereken düzeye getirdiklerinde sağlayabilirler.
Türkiye’nin son yıllarda girdiği-gittiği yerlerdeki varlığını tahkim etmesinin ve sabitlemesinin yolu iç barışını sağlamaktan geçmektedir.
Bunun için de içi boş kardeşlik söylemleri behemehâl terk edilerek adaleti esas alan; milletin değerleriyle örtüşen ve devletin inkâr politikalarını tarihin çöplüğüne atan bir anayasaya ihtiyaç var. Aksi halde ne Karadeniz ve Akdeniz’de güvenle kulaç atamayacağımız gibi, Fırat ve Dicle’de boğulmamaya da ne imanımız ve ne de dermanımız kalır!