Devletin ve devletlûların aklına ve adaletine: İnsanlıksa insanlık, Türklükse Türklük ve medeniyetse medeniyet!
Allah bize büyük nimetlerinden birini daha ikram ediyor: Çocukları Pkk’nin pençesinde olan annelerimizin başlattıkları bu kutsal eylemler eğer hakkıyla ve layıkıyla değerlendirilebilirse, hem çocuklarımızı kurtarmaya, hem kadim kardeşliğimizdeki 90 yıllık fetret dönemini sona erdirmeye ve hem de özlemini duyduğumuz adil bir Türkiye’yi inşa etmeye yetecek kadar bereketli ve güçlüdür.
Bunun da olmazsa olmaz şartı, devletin, daha doğrusu devletlilerin kendi yükümlülüklerini “ama”sız ve “eğer”siz yerine getirmeleridir. Daha açık ifade etmemiz gerekirse, devlet eğer adil olursa anneler de hala yaşayan çocuklarına kavuşabilecek ve Türkiye yarınlarına daha bir ümit ve güvenle bakabilecektir. Zaten başından beridir sorun da devletin adaletten yoksun uygulamaları ve dayanılamaz baskıları değil miydi? Bugün eğer Türkiye’nin en büyük müttefiki olan Amerika ezici çoğunluğu hala Türkiye’nin Kürtlerinden oluşan Pkk’yi eğitip donatıyor ve bazen Türkiye’ye, bazen Barzani’ye, bazen de İran’a saldırtıyorsa, bu bir sonuçtur, bu sorunun müsebbibi bu rejimin inkâr politikalarıdır.
Cumhuriyetin yüz yılını geride bıraktık, ama Türkler ve Kürtler olarak son bin yıllık ortak tarihimizin en karanlık, en cahil ve en vahşi dönemini yaşıyoruz. Çünkü devletin mürşidi ne Atatürk’ün iddia ettiği gibi ilimdir, ne akıldır, ne izandır ve ne de vicdan! Tarihin her döneminde dini, siyasi, etnik ve başka nedenlerden hareketle savaşlar çıkmış ve insanlar birbirini boğazlamışlardır, ama tarihin hiçbir döneminde Türkiye gibi bir halkın varlığını inkâr eden ve dilini yasaklayan ikinci bir devlet olmamıştır. Türkiye’nin aydınlarının, din adamlarının, siyasilerinin, sanatçılarının ve siyasilerinin ezici çoğunluğu bu hakikat karşısında dilsiz şeytan olmayı tercih ederler, ama bu gibi inkâr ve yasakların evrensel dildeki ve evrensel hukuktaki adı ırkçılıktır ve insanlık suçudur! Kürtlerin varlığının dönemin Başbakanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından ikrarı ise Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde “Eski Türkiye” ve “Yeni Türkiye” diye bir milat olmuştur. Atatürk’ün 1924 anayasasında yer alan “devletin dini din-i İslam’dır” hükmünü çıkarması Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde ne kadar büyük bir devrim ise, Erdoğan’ın yine Atatürk Döneminde varlıkları inkâr edilen ve dilleri yasaklanan Kürtlerin varlığını tanıması ve Kürtçeye kısmi özgürlük tanıması da o derecede büyük bir devrimdir. Yalnız bilmek gerekir ki, her rejimin kendisine göre kırmızıçizgileri olduğu gibi, bu rejimin de kırmızıçizgilerinden biri Kürtlerin varlığının tanınması veya gasp edilen haklarının iadesidir. Bu çizgiyi geçmek, kendi ölüm fermanını çıkartmak gibidir. Çünkü bu rejim en büyük varlığını ve dahi en büyük gücünü adalete değil, ihdas ettiği düşmanlıklara (irtica, bölücülük, Alevi-Sünni karşıtlığı) ve bunları kontrollü bir şekilde birbirine karşı kullanmasına borçludur. Bu konulara-sorunlara adil bir yaklaşımı affetmez ve cezalandırır. Merhum Özal ile merhum Erbakan bu hedefin örneklerindendir. Erdoğan’ın işlediği suç Özal ile Erbakan’ın işledikleri suçların birkaçı olduğu içindir ki, kalemini kırdılar ve saldırı üzerine saldırı düzenliyorlar. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri çizdikleri sınırlardan koydukları anayasalara ve belirledikleri politikalara kadar her şeyin belirledikleri çerçevenin içinde kalmasını istiyorlar. Hangi lider kendi devletini ve kendi milletini onların çıkarlarına önceler ve bunun gereklerini yapmaya kalkışırsa, evvela karşısında emperyalistlerin yerli işbirlikçilerini görür. Yok, eğer onlar da güç yetiremiyorsa, kendileri doğrudan devreye girerler.
Annelerin bu eylemi devlet için olduğu kadar cumhurun başı olan Erdoğan için de büyük bir nimettir. Önlerinde iki seçenek var: Ya şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da adil olmayan yasa ve uygulamalarda ısrar etmek veya sorunları hak ve adalet ile çözmek! Örneğin, devlet, dün katliamdan geçirdiği-ki bunu bizzat dönemin Başbakanı itiraf etmişti- Alevilerin ihtiyacı olan Cemevlerine izin vermesi ve hakeza varlığını kabul ettiği Kürtlerin dillerini de öğrenmelerinin önündeki engelleri kaldırması gibi.
Toplum ve devlet olarak meselenin hala ciddiyetinde olamasak da şu bir gerçektir ki, ister İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nin önünde ve ister Diyarbakır’da HDP İl Başkanlığının önünde oturup çocuklarını ve onların akıbetini soruyor olsunlar, hepimiz için bir utançtır. Tarihimizle hesaplaşmadan, yüzleşmeden bu utançtan kurtulamayız. Hesaplaşmayı da intikam duygularıyla değil, adalet ölçüsüyle yapmalıyız ki, biz de kınadıklarımızın derekesine düşmeyelim. Şu bir gerçek ki, Cumhuriyetin tarihi dediğimiz şey, insanlık yararına olan üç beş küçük başarının dışında katliamların, darbelerin, toplumun değerleriyle savaşın ve inkârın tarihidir. Alevisinden Sünnisine ve Türk’ünden Kürd’üne kadar bu rejimin mağdur etmediği bir dini veya etnik yahut mezhebi kesim yoktur! Bütün bu olumsuzluklar bir yana ve bütün bu olumsuzluklara rağmen annelerimizin bu kutsal eylemlerini bizleri bu zilletten kurtaracak iyi şeyleri yapmaya vesile kılabiliriz. Özellikle Allah’a inandıklarını söyleyip de lisanlara ve milliyetlere olumsuz bakanlar da bir dili yasaklamanın, kısıtlamanın veya hayatın dışına atmanın tıpkı Allah’ın bir ayetini yasaklamak, kısıtlamak veya hayatın dışına atmak gibi olduğunu bilmeliler.
Erdoğan’ın, “devlet olarak anaların yanındayız” demesi elbette ki memnuniyet vericidir, ama önemli olan bunun sözde kalmamasıdır. Aksi halde ne çocuklarımızın kaçmasına veya kaçırılmasına engel olabiliriz ve ne de bu çocuklarımızın müttefiklerimiz (!) tarafından silahlandırılıp bizi vurmalarına engel olamayız.