İslamî Siyasetin Geleceği
İslamî siyasetin küresel yönetimin tamamen dışında kaldığı günlerden bu yana dünyaya hükmeden liberalizm de sosyalizm de insanlığın sorunlarını çözemedi.
Aksine beşerin, vahyi tamamen dışlayarak ve insanlığa ağır bedeller ödeterek uyguladığı her iki nizam da insanlığın sorunlarını daha da büyüttü.
İnsanlığın büyük bir kısmını sömürgeye maruz bırakarak var olan liberalizm, aradan geçen zamanda “doyumsuz azınlık” düzeni olmaktan öteye gitmedi. Sermayeyi ve yönetimi ellerinde toplayıp geriye kalan ezici çoğunluğa “özgürlük” yoluyla mutluluk vaat eden liberallerin kendileri de nihayetinde mutlu olamadı. Başkalarının ellerinden aldıkları varlık, onları doyurmadı. Onların “dünyada” doyma hırsı da insanlığa huzur bırakmadı. Böylece dünyayı topyekûn bir mutsuzluk kapladı.
Liberalizmin yıkımını ekonomik alanda giderme iddiasındaki sosyalizmin bir düzen olarak varlık bulması, milyonlarca insanın kanına mal oldu. Sosyalizmin düzen olma sürecinde katledilen insan sayısı, herhâlde ancak Moğol istilası ile kıyaslanacak kadardır. Sadece Çin’de Mao ve grubu tarafından katledilenler yarım yüz milyonun altında değildir. Öte yandan sosyalistler düzenlerini kurduktan sonra da eşitliği getirecek ekonomik yatırımlardan çok, işkencehâneleri ve devasa cezaevleri ile anıldılar. İnsanlık, bu yönüyle Stalinli, Çavuşeskulu, Enver Hocalı, Saddamlı, Habib Burgibalı, Cemal Abdunnasırlı, Hafız Esadlı yıllarını bir utanç müzesi olsun diye dahi korumak istemiyor, adeta hatıralarından da siliyor.
İnsanlığın bu yakın geçmiş deneyimi karşısında yeni bir siyasete ihtiyaç vardır ve düzenler ancak ihtiyaçlara cevap verme umudu oluşturuyorsa insanlığın gündeminde yerini alırlar.
Analizimizde bu bağlamda İslamî siyasetin geleceğini değerlendireceğiz.
İNSANLIĞI TEMEL SORUNLARI VE İSLAMÎ SİYASET
İnsanlığın önünde, kökleri kadim ama liberalizm ve sosyalizmin yol açtığı yıkımlarla güncel hacimleri daha da büyümüş üç büyük sorun vardır. Bunlar, ahlakın çöküşü, ekonomik dengesizlik ve insan haklarının ihlalidir.
İslamî siyasetin gelecekte ne kadar etkili olacağı, bu üç soruna ne ölçüde cevap vereceği ile ilgilidir.
AHLAKIN ÇÖKÜŞÜ VE İSLAMÎ SİYASET
Ahlakı zayıflatma ve hiçleştirme sorunu, Batı’da henüz modernizmin ilk döneminde hissedilmiş; buna kimi zaman etikçilik denen seküler ahlakçılık ve Hıristiyan demokrat ahlakçılık olmak üzere iki karşılık verilmiştir.
Aradan geçen zaman, seküler ahlak denen, “karşılıklı çıkar” üzerine kurulu, uhrevi ceza yok sayılarak inşa edilmeye çalışılan “etik/ahlak” iflas etmiştir. İktisadî suçlar konusunda özellikle İskandinav ülkelerinde etkili olduğu görülen bu ahlak, insan soyunun geleceği üzerindeki tehditleri bertaraf etme esaslarından yoksundur. Hatta bizzat kendisi, insan soyu için başlı başına tehditler arasındadır. Bu ahlak, iktisadi suçlar konusunda önemli bir başarı sağlamış ve bu açıdan çok takdir toplamışsa da aile kurumunu imha etmiş, ona karşı insanlığın soyunu sürdürmesi için bir çözüm de getirmemiştir. Dolayısıyla insanlığın öfke ve nefretiyle karşı karşıya kalmıştır.
Ona karşı Avrupa’da gelişen Hıristiyan Demokrat; ABD ve son zamanlarda Güney Amerika’da yayılan Evanjelist Hıristiyan Cumhuriyetçi siyaset, hiçbir başarı sağlayamamış, ikiyüzlü siyasetçilerin oy toplama ve iktidar olma aracına dönüşmüştür. En basit örneğiyle ne Avrupa ne ABD’de Hıristiyan siyaset, kürtaj vahşetini durdurabilmiştir.
Bunun için ahlak sahası, bütün dünyada büyük bir boşluk içindedir ve İslami siyaset, bu boşluğu doldurabilecek kapasiteye sahiptir.
Ancak Hıristiyan siyasetin, başarısızlığını saha üzerinden iyi tahlil etmek gerekir. En özet hâliyle bu siyasetin başarısızlığı, bütünlükten yoksun olmasından kaynaklanmaktadır. Hıristiyan siyaset, liberal bir doyumsuzluk içinde ve ırkçılıkla iç içe bir yaklaşımla insanlığı ahlaklı olmaya davet etmektedir. Bu paradoks, sağlam bir tutarlılık içinde olması gereken ahlaka çağrıyı anlamsızlaştırmış ve hatta “Ahlaka çağıranlara bakın!” eleştirisini getirerek ahlaksızlığın daha da yayılmasına yol açmıştır.
Ahlak sorunları ile yetinen, başka bir ifadeyle gündemi ahlakla sınırlı olan bir İslamî siyaset, Hıristiyan demokrat ve Evanjelist Hıristiyan Cumhuriyetçi siyasetin başına geleni paylaşamaya mahkûmdur.
Hiçbir İslamî siyasi taraf, salt ahlaka çağırmakla insanlığın umudu olamaz, belki insanlığın umutsuzluğunun artmasına bile yol açar.
EKONOMİK DENGESİZLİK VE İSLAMÎ SİYASET
Ekonomik kaynakların dengesiz dağılımı, insanlığın en kadim sorunlarından biridir. Kapitalizm, Yahudiliğin üstün soy iddiasını, üstün sınıf iddiasıyla yer değiştirip ve yer yer yine üstün soy iddiasıyla bütünleştirerek ekonomik dengesizliği sistematikleştirdi. Böylece sınıfsal farkları büyütüp insanlığı her gün kanatacak kadar keskinleştirdi.
Bugün Washington’da gökdelenler arasındaki köprülerin altına serilmiş Siyahi yoksulluk da Ebu Dabi’deki Asyalı işçilerin kölece tüketilen emeği de kapitalist vahşetin yol açtığı yaralardaki kanamaların birer görüntüsüdür.
Sosyalizmin buna karşı getirdiği çözüm; bürokratik sınıfın ekonomik kaynakları ele geçirmesinden başka bir netice getirmedi. Bunun hiç kuşkusuz en bariz simgeleri ise Güney Amerika’nın ağızlarında purolarıyla poz veren sosyalist diktatörleridir. Halkları ekmek bulamayan o liderler, purolarının dumanını her üfleyişleri ile sosyalist siyasetin sahteliğini ilan ediyorlar.
Batı Avrupa’da İslam’ın sosyal adaletinden genişçe istifade edilerek geliştirilen sosyal devlet anlayışı ise ekonomik dengesizliğin büyüklüğünü gidermemişse de keskinliğini törpülemiş, böylece milyonlarca insanın yüzünü güldürmüş, yüz milyonlarca insana da umut olmuştur. Batı Avrupa’ya doğru insan göçü, sadece iş arayışı göçü değildir, aynı zamanda bu sosyal devletten istifade amaçlı bir göçtür. Bu göç, yüzyıllar önce yoksul gayri Müslimlerin İslam dünyasına göçlerinden de farklı değildir.
Buna rağmen, Batı Avrupa’daki sosyal devlet anlayışının, teknik anlamda yararlanılacak pek çok yönü bulunsa da insanlık geneline yayıldığında yetersiz kaldığı, bilinen bir durumdur. Bu durum, İslam’ın sosyal adaletini ekonomik dengesizliğe karşı biricik siyaset hâline getirmektedir.
Bugün dünya sorunlarına bakıldığında sosyal adalet ihtiyacı kadar İslamî siyaseti güçlendirecek bir yön yoktur.
Bu o kadar önemli bir husus ki İslamî siyasetin gelecekteki varlığı adeta İslam’ın sosyal adaletinin sahiplenilmesi ile orantılıdır, denebilir.
Bunun için İslam’ın birey ve toplumları tatmin eden, özel mülkiyeti koruyan ve herkese mülk sahibi olma yolunu açan sosyal nizamının “keşfedilmesi”, izah edilmesi ve insanlığın anlayacağı sloganlarına kavuşturulması icap eder.
Geçen yüzyılda İslamî siyaset, büyük coşkusunu sosyal adalet vurgusundan aldı. Ancak İslamî hareketlerin Mısır, Irak ve Suriye’de uğradığı baskılarla Suudi Arabistan ve Körfez emirlikleri kapitalistlerine sığınmak durumunda bırakılmaları, bu yönün unutulmasına yol açtı. Bu hile, İslamî hareketleri bir takım pratiği olmayan inançlar, fikirler savunan inanç ve fikir grupları hâline getirdi, onları siyasi denklemin dışında bıraktı.
Türkiye’de ise Adil Ekonomik Düzen ile ifade edilen bu siyaset, “Sağcılaşma” ile birlikte hayati sorunlarla yüz yüze görünmektedir.
Sözü edilen bu aşınmaları gidererek güçlü bir sosyal adalet vurgusu yapabilecek ve bunu evrensel düzeye taşıyabilecek İslamî bir siyaset ile birey ve toplumların arasına hiçbir “küresel güç” giremez.
İNSAN HAKLARININ İHLALİ VE İSLAMÎ SİYASET
İnsan haklarının ihlâli, Asr-ı Saadet bir yana her dönemin olgusudur. Herhâlde tarih boyunca siyaset yapan bütün yapılar, bu olguyu gündemlerine almışlar; insanlığın bu sorunundan bir iktidar yolu olarak yararlanmışlardır.
Geleceğin dünyasında ise insan hakları konusu, çalışanlara karşı adaletsizlik ve ırkçılık üzerinde yoğunlaşacaktır. Özellikle ırkçılık ve “milliyetçi ayrılıkçılık”, önümüzdeki dönemde dünyanın siyasi gündeminde önemli bir yer tutacaktır.
Zira, liberal ve sosyalist düzenler, ırkçılık sorununa çözüm getirmediler. Buna karşı evrensel anlamda yeni bir ırkçı dalga veya başka bir ifadeyle “milliyetçilik” görünümü adı altında bir neo-ırkçı akımla karşı kaşıyız.
Geçmişte devletin imkânlarından yararlandırmada asla etnik kökene bakmayan devletlerde bile bu yönde bir sapma görünüyor. Bunun yanında, Çin, Japon, Alman, Fransız, Rus milliyetçilikleri yeniden toparlanıyor. İslam dünyasında da bu yöndeki eğilimler, dış güçlerin özel operasyonları ile ilk kez gerçek anlamda sistematikleşiyor. Bugüne kadar sadece devlet içi bir eğilim olan ve sosyal tabana kısmen sahip milliyetçi ayrımcılık, resmi düzene dönüşme işaretleri veriyor. Bu sorun, İslamî siyasete önemli bir varlık imkânı sunuyor.
Çünkü insanın soyundan geldiği iddia edilen kimi meziyetlerle değerlendirilmesi yaklaşımına karşı İslam’ın; insanın kendi kazandığı meziyetlere göre değerlendirilmesi yaklaşımı çok daha ilgi görecek bir potansiyele sahiptir.
Müslümanların hiçbir senteze gitmeden, saklı ırksal çıkar hilesine başvurmadan, kalplerinin derinliklerinde şeytani eğilimleri taşımadan İslamî siyasetin bir gereği olarak insanların özde eşitliğine sahip çıkmaları, İslamî siyasete devasa bir alan açıyor. Bunu başaracak bir siyasetin gelecekte söz sahibi olmasına kimse engel olamayacaktır.