Düştüğümüz Yerden Kalkabiliriz
Bir zamanlar tarih sahnesinde İslam Medeniyeti vardı... Üstelik onun varlığı bir efsane ya da bir mitten ibaret de değildi. Vardı... Ve varlık sahnesinden çekileli dünya huzur görmedi. Şimdilerde narkozlanmış bir şekilde uyusa da ve ne zaman uyanacağı bilinmese de hala canlı ve diri bir şekilde soluk alıp vermede... Talan edilen tüm alem onun uyanışını beklemekte...
Niye mi? Çünkü İslam Medeniyeti Allah'a kul olmakla birlikte Medeni kimliğini hak edenlerin kurduğu bir düzendi. İnsanın insanla, insanın kozmik alemle ve kendi dışındaki topluluklarla kurduğu ilişkilerde 'adaleti, ahlakı ve erdemi' esas aldığı bir medeniyetti... Hem bütün bunlar verili birer emanet değil miydi? Irk, renk ve kavim üstünlüğü reddedilir; takva ölçü kabul edilirdi. Onun hakim olduğu beldeler, kendilerini ırklar skalasının en üstünde gören, kendi dışındaki milletleri ise en altında görenlerin sömürmek ve tahakküm kurmak için gerekçe üretenlerin diyarı değildi.
İslam medeniyetinin zirvede olduğu dönemler Darwin'in doğal seleksiyonunu, Neitshe'nin merhameti acz olarak gören anlayışını ölçü alanlar susmuştu. Söz İslam'ındı. Batılı barbarlar çıkarları ve bitmek tükenmek bilmeyen hırsları uğruna kan dökecek, alemi tüm içindekilerle birlikte sömürecek güçlerini yitirmişlerdi. Yeryüzünün büyük bir kısmı insanlığa bir ana olup bağrını açan İslam'ın oluşturduğu barışın, adaletin, güven, emniyet ve huzurun hakimiyetini kutsamaktaydı...
Batı Ortaçağ karanlığında debelenirken, Horasan’dan Kuzey Afrika'ya, Anadolu'dan Endülüs'e uzanan İpek yolu havzalarında sadece tüccarların değil; ilim yolcuları, fikirler, akımlar, ekoller, sanatlar, kitaplar, gelenekler de seyahat ediyordu. Tek tip kültürün mutlaklaştırılmadığı, tüm kültürlerin tek kültür tarafından asimile edilmediği, kültürel çoğulculuğun zenginliğe dönüştüğü altın çağlardı o çağlar. Çinli, Hintli, Anadolulu, Asyalı ve Afrikalı Müslümanların mimarisini, sanatını, estetiğini birbirinden ayıran ne fikirlerdi, ne kullandığı malzemelerdi, ne renkler ve ne de tonlar... Tüm farklılıklar kesretten vahdete doğru açılan kapılardı. O kapıların kilidi ise tevhid ilkesiydi. Alemdeki nesnelerin tür, şekil ve sıfatlarında bulunan farklılıklar nasıl ki ayrılığa değil birliğe, dağınıklığa değil nizama, düşmanlığa değil ünsiyete vesile oluyorsa fikir, akım ve sanattaki farklılıklar da hep aynı birliğin yansımalarıydı. Şam'daki cami ve medreseler Endülüs'te olanlardan, Hindistan'dakiler Anadolu'da olanlardan mimarisiyle, sıfatıyla, suretiyle ayrılsa da her biri nakış nakış aynı mana işlenmişti.
Varlık alemini incelerken algılarını sadece beş duyunun hisleriyle sınırlandırmayan, idrak alanını sadece 'akıl ve gözlemle' daraltmayan, sezgiyle, hayalle, kalple bütünlüğü yakalayan, ilim, fikir ve sanat insanlarımız vardı. Bilimden felsefeye, sanattan sosyolojiye kadar her alanda yapılan soyutlamalar taklitten uzak, varlıkların arazından cevherine, suretinden manasına, şeklinden özüne yapılan yolculuklardı.
Ne asırlarca süren Moğol saldırıları, ne haçlı seferleri yerle bir edebildi o güzide Medeniyeti. Çünkü toplumu düştüğü yerden kaldıran Yunus Emreleri, Mevlanaları, Nasuriddin Tusileri, Gazalileri, İbni Sinaları, İbni Kayyımları, Ebu Hanefileri, İbni Teymiyyeleri, Farabileri, İbni Kemalleri vardı. Onlar ırmak olup toplumun bağrını gezer, ruhunu beslerdi. Her biri tevhide doğru yol alır, toplumun birliğini, bütünlüğünü beslerdi. Onlar bilgiyi, varlığın sadece bir cüzünü mutlaklaştırıp ona indirgemezdi. Bilgiler arasındaki bağı kopartmaz, bir cüzünü diğerine hasım kılmaz, aralarına duvarlar örmezlerdi. Onlar Tefsiri Astronomiyle, Siyeri Coğrafyayla, Dil bilimlerini Fizikle, Mantığı Kelamla kardeş yapmışlardı.
Sonrasında ise bilgideki bütünlük kaybedildi, bilgi kısırlaştı. Bilgi üretimi durdu, ahenk kayboldu. Böylece toplumdaki 'mana ve ruh birliği' bozuldu. Bunun sonucunda iç kargaşalıklar aldı başını gitti. Ve koca bir medeniyetin bünyesi zayıflamaya başladı ve onu devirmek için her yolu deneyen Barbarlara imkan kapıları açıldı. Zayıflayan bedene Modernleşme zehrini ilaç olarak içmekten başka bir seçenek bırakılmadı. Sonunda ilaç içildi ve koca Medeniyet narkozlanarak uykuya yatırıldı. Geriye kendi köklerinden kopartılan, zihnine Batının değerleri montajlanan, ikircikli ruh halini yaşan bölünmüş zihinler, fakirleşmiş gönüller kaldı. Kendini ne İslam medeniyetine, ne de Batı medeniyetine ait hissedebilen berzahda bir toplum kaldı. Nihilizme, ateizme, deizme, bağımlılıklara sürüklenen bir nesil kaldı.
Eğer uyuyan Medeniyeti yeniden uyandırmayı istiyorsak işe düştüğümüz yerden başlamalıyız. Kendi varlık tasavvurumuza ve dünya görüşümüze göre bilgiyi yeniden bir bütün halinde dizayn etmeli, birbirinden kopartılan cüzlerini birleştirmeliyiz. Medeniyetine sahip çıkacak bir toplum yetiştirmeliyiz.