“İmparatorluğumuz din ve iman ülkesidir ve öyle kalacaktır. Eğer din anlayışı yıkılırsa imparatorluğumuzun sonu gelmiş demektir. Dindaşlarımızla meskun olan memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması pek acıdır. Osmanlı İmparatorluğu`na 20 milyon Müslüman kalmıştır... İstikbal için yalnız bu ittihatta (birlikte) ümit vardır... İngiliz idaresinde 85 milyon, Hollanda kolonisinde 30 milyon, Rusya`da on milyon vs. cem`an 250 milyon Müslüman kurtuluş için Allah`a yalvarmaktadırlar...”
Bu sözler, II. Abdulhamid`in kaleminden çıkmış ifadeler.
Sultan Abdulhamid`in bu ifadeleri, tarihi arka planı ile bugüne kadar uzanan süreç itibarıyla ibretlerle doludur. İmparatorluğun ayakta kalmasını din ve imana bağlıyor, din anlayışının yıkılması durumunda da imparatorluğun yıkılacağını belirtiyor.
İlginçtir Sultan Abdulhamid`in bu sözleri söylediği döneme yakın tarihlerde Bediüzzaman`a Osmanlı`nın durumunu soruyorlar ve o, şu veciz cevabı veriyor: “Muhakkak ki Osmanlı bir Avrupa devletine gebedir, onu doğuracaktır ve Avrupa da bir Osmanlı devletine gebedir ve bir gün onu doğuracaktır.” Gerçekten de imparatorluk yıkıldı ve Osmanlı bir Avrupa devleti doğurdu. Osmanlı`nın yıkılışının pek çok sebebi vardır ama ana sebep, Osmanlı`nın din anlayışının yıkılışıydı. Bu da son dönemlerde yaşanmadı, Osmanlı`nın yükselme döneminin sonlarından başladı. Saraydaki dini yozlaşma, lüks ve konfora bağlı israf ve sefahat, yüzyıllar öncesinden baş gösteren ve Osmanlı`nın çöküşünü başlatan sebeplerdi.
Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç`in özlü bir tespiti vardır: “Dinler ve ihtilaller/devrimler acı ve ızdırap içinde doğarlar, lüks ve konfor içinde ölürler.”
Aslında Osmanlı`nın çöküş sebeplerini yazmaktan ziyade, özünde dinden uzaklaşan Osmanlı`nın, kurtuluşu söylem üzerinden dinde aramasıdır değinmek istediğim.
İslam`ı ve Müslümanların içinde bulunduğu kötü durumu ve bu durumdan kurtuluşu dert edinmiş Müslümanların bir hayali vardır: İttihad-ı İslam veya diğer adıyla Panislamizm. Osmanlı`nın son dönemlerinde başlayan bu hayal, iki yüzyıllık bir hayaldir. Osmanlı merkezli Müslüman ümmetin kötü gidişatına dur demenin kurtuluş reçetesi olarak ortaya konuldu bu hayal. Özellikle Sultan Abdulhamid`in bir ümitle sarıldığı ve can simidi olarak gördüğü bir reçete idi ittihad-ı İslam.
İttihad-ı İslam fikri Osmanlı`ya derman olamadı. Çünkü koca imparatorluk ağacı içerden çürümüştü, suni gübrelemelerle kurtarılacak halde değildi.
Zaman zaman Müslümanların içinde bulunduğu halin çaresi olarak yine bu reçete konur ortaya. Bugün bu reçetenin bir karşılığı var mıdır? Yani bugün ittihad-ı İslam mümkün müdür?
İttihad-ı İslam reçetesinin ortaya konulduğu günden bugüne, köprünün altından çok sular aktı ve maalesef Müslümanların durumu gün geçtikçe daha da kötüleşti.
Aslında ittihad-ı İslam fikri de her ne kadar Sultan Abdulhamid`in dile getirdiği gibi işgallere karşı Müslümanları harekete geçirmek için öne çıkarılsa da milliyetçiliğin etkisi ile Osmanlı`dan kopuşların önünü almanın bir aracı olarak da kullanıldı sadece. Bu sebeple araçsallaştırılmış bir ittihad-ı İslam fikri sadra şifa olmadı.
Bugün de araçsallaştırılan bir ittihad-ı İslam fikrinin faydası yoktur ve hele hele bunu getirip Kürtler`in önüne koymanın hiçbir karşılığı yoktur. Böyle bir yaklaşım Kürtler`i daha fazla İslam`dan uzaklaştırır ve emperyalistlerin kucağına iter. Kürtler, yüzyıl boyunca dört parçada Müslüman kardeşlerinin zulmüne uğramışken, Kürtler`i Müslümanların birliği söylemleri üzerinden tutmak artık mümkün değildir. Kaldı ki Kürtler de eski Kürtler değil. Çünkü Kürtler içinde İslami kimlik çok ciddi manada erozyona uğradı.
Devletçi, milliyetçi reflekslerle efelenmekle vaziyeti kurtaramazsınız, daha berbat edersiniz. Irak Kürdistanı`na da yıllarca efelendiniz ama gelinen nokta ortada.
Irak ve Suriye`de oluşan fiili durum öyle görülüyor ki, bu ülkelerin sınırlarının değişmesi sonucunu doğuracak. Fiili olarak Kürtler Irak`ta devletleşiyorlar ve Kürtlerin bu kazanımlarını sahiplenmek gerek. Suriye`de ise durum daha farklı; orada da bir devletleşme söz konusu ama bu Kürtlerin devletleşmesi değil, örgütün devletleşmesidir.
Güney Kürdistan`da Barzani öncülüğünde diğer Kürt oluşumların da hayat bulduğu bir devletleşme yaşanırken, Batı Kürdistan`da ise PYD işin başından beri hakim olduğu alanlarda diğer tüm Kürt oluşumları tasfiye etti ve güçlendikçe de edecek. Bu sebeple Batı Kürdistan`da devletleşen Kürtler değil, PYD`dir. Suriye`deki fiili duruma bu zaviyeden karşı çıkmak lazım.
Yoksa Kürtler`in bir devleti olmasın düşmanlığı üzerinden milliyetçi, devletçi reflekslerle efelenmeler doğru değil ve Kürtler`de daha fazla kopuşa sebebiyet vermekle kalmaz, Kürtleri daha fazla emperyalistlerin kucağına iter.