Kürt sorununun kökeninde nelerin yattığına dair bir tomar araştırma yapılmıştır. Aslında bu kadar can yakıcı bir konu olmasına rağmen, üniversitelerin veya akademik çevrelerin yeterince araştırma yapmadığı hususu da şikâyet edilir. Yazılıp çizilenlerin çokluğuna rağmen, sorunun kökenine inilmediği ve ortaya net bir çözüm sunulmadığı için bu şikâyetlere katılmaktan başka çare bulunmamaktadır.
Önümde Neşe Düzel’in, Radikal Gazetesinde merhum Selim Dindar ile yaptığı röportaj var. Selim Dindar 12 Eylül sonrası şu meşhur Diyarbakır Cezaevinde üç yıl kalmış ve işkence görmüştü. Hâlihazırda müze yapılmasına karar verilen Cezaevinde kaldığı süre içerisinde yaşadıklarını kendisiyle yapılan röportajlarla anlatan Dindar, 2 Aralık 2009 günü Bakırköy’deki Cizreliler Derneğinde, 7 kurşun ile öldürülmüştü. Dindar’ın öldürülmesi olayı siyasi olarak değerlendirilmedi. Çünkü bir kovalamacanın ardından derneğe sığınan birine açılan ateş sonucu olay vuku bulmuştu. Ama sıkılan kurşunlardan yedisinin Dindar’a isabet etmesi, olayın bir kurgu sonucu olduğu şüphesini de doğurmuştu.
Neyse biz esas konumuza gelelim. Vefat etmeden önce Selim Dindar ile baş başa oturup, röportaj hakkında konuşmuştuk. İnsanın kanını donduracak türden ifadeler kullanıyordu. Diyarbakır Cezaevinde yaşadıkları olaylardan bir kısmını yorumsuz bir şekilde sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu olayları 1981-1984 yılları arasında, cezaevinde geçirdiği 3 yıl içerisinde yaşamış. Ben sözü Selim Dindar’ın röportajda söylediklerine bırakıyorum.
“Biz sülale olarak seyyidiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım.”
“Ben hiç PKK’lı olmadım ve PKK’lı da değilim. “
“Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Hâlbuki yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.”
“Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu. Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırt üstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. “
“Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. (Not: Selim Dindar elindeki çivi izini bana gösteriyor-M.E.Özmen) Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın (Bilindiği üzere sonradan HDP milletvekili oldu-M.E.Özmen) babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.”
“O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırıyordu. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyurusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.”
“Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dâhil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da “Zebani” olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...! 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.”
“Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.”
“Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.”
“Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.”
İşte merhum Selim Dindar’ın anlattıkları. Aslında aktarılanlar sorunun esasından bir kısmını teşkil ediyor. O zamanın aydınları, gazetecileri bu hususları yeterince dile getiremediler. Nitekim Neşe Düzel’in yaptığı bir söyleşide, Hasan Cemal’in söylediği şu sözler çok manidardır: “Hasan Cemal'le 'Kürtler' isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana 'Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye'de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık”
Dediğim gibi bir zamanlar Ülkemizde, Diyarbakır Cezaevinde yaşananlardan bir kesit aktardım. Bence Dindar’ın en son söylediği ile Hasan Cemal’in tespiti, Kürt sorununun kökenine ışık tutacak türden değerlendirmelerdir. Yolu bir şekilde bu cezaevinden geçenlerin çoğunluğu soluğu PKK saflarında aldı. Daha da önemlisi sanki insanları özellikle dağa yönlendiriyorlardı. Kürt balonunun erken patlaması için yapılmadık işkence yoktu.
Tabi olay sadece Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkencelerle sınırlı değildi. Kürtlerin yaşadığı köylerde yapılan arama tarama uygulamalarında, köylülere dışkı yedirmekten tutun, kontrol edilmek bahanesiyle bütün erzaklarının birbiri üzerine boca edilmesine varıncaya kadar, çeşitli işkence icraatlarına tanık olunuyordu. Dikenlerin arasındaki sürün talimatları, suçlu olduğu iddiasıyla bazı şahısların helikopterlerden sarkıtılması, hatta atılması gibi yöntemlerin sonucu Kürt gençleri çareyi dağda arar oldular.
Sanki gizli bir el onlara PKK’ye katılın işareti yapıyordu.