Geçen hafta “Peygamber Hanedanı” başlıklı yazımda, Peygamberimizin çekirdek ailesinden bahsetmiştim. Ayrıca birinci derece yakınlarını bu hafta yazacağımı da belirtmiştim.
Bu yazılarımdan muradım; Peygamber’in yakını veya akrabası olmanın, diğer sultanların akrabası olmak gibi bir avantaj sağlamadığını, aksine dünyevi olarak dezavantajlı bir durum olduğunu belirtmek içindir. Saltanat sahiplerinin akrabaları iktidar nimetlerinden en güzel şekilde yararlanırken, Peygamber hanedanı en acımasız işkencelere maruz kalmış, savaşlarda ön saflarda bulunmuş ve Peygamber’den sonra potansiyel tehlike olarak görülüp kılıçlardan geçirilmişlerdir.
Örneğin; Bedir Savaşında, mübareze çatışmasına aslında Ensar’dan üç kişi gitmişti. Ancak karşı taraf Resulullah’ın hanedanından birilerini istiyordu. Bunun için Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde Bin Haris çıktılar er meydanına. O çatışmada Ubeyde yaralandı ve sonradan şehit düştü.
Hz. Hamza hanedanın parlayan bir komutanıydı. Onun için müşrik gözlerin hedefindeydi. Nitekim Uhud savaşında kendisini öldürmek üzere, büyük vaatlerle Vahşi diye biri kiralanmıştı. Savaşta sadece Hz. Hamza’yı takip eden Vahşi, uygun bir zamanda mızrağı ile onu şehit etti. Tabi böyle birisi için mızrak ile öldürülme çok basit kalırdı. Hint, yüreğindeki ateşi soğutmak üzere, Hz. Hamza’nın ciğerinin getirilmesini istemişti Vahşi’den. Onun için Vahşi Hz. Hamza’nın göğsünü açmış, ciğeri alıp Hind’e vermişti. Ciğerden bir parça alıp çiğnemişti Hind.
Ebu Talip lider şahsiyetli biri olmasına rağmen fakir sayılırdı. Bu nedenle Hz. Peygamber, bi’setten önce yanına amcası Abbas’ı da alarak, ona destek amaçlı evlatlarından birer kişi aldılar. Hz. Ali’yi Peygamberimiz, Cafer’i ise Abbas almıştı. Peygamberliğin ilk zamanlarında Müslüman olan Cafer bin Ebu Talip; Habeşistan’a hicret edenlerdi.
Uzun yıllar kaldı Cafer Habeşistan’da. Hayber’in fethi öncesi gelip kavuştu Peygamberine. “Bilmiyorum hangisine sevineyim, Hayber’in fethine mi yoksa Cafer’in gelişine mi?” diyerek, Cafer’e kavuşmasının sevincini paylaştı o Aziz insan.
Araya çok zaman girmedi. Peygamber, elçisini öldüren Şurahbil bin Amr’ın üzerine bir sefer düzenledi. Daha önceki seriyyelere bir komutan atayan Peygember, bu sefere sıralı üç komutan atamıştı. Zeyd bin Harise komutandı. Eğer o şehit olursa Cafer bin Ebu Talip komutan olacaktı. O da şehit olursa bu kez Abdullah bin Revaha komutan olacaktı. O da şehit olursa, mücahitler kendileri için bir komutan seçeceklerdi.
Bu duruma şahitlik eden bir Yahudi; “Vallahi eğer Muhammed bir peygamber ise bu üçü de öldürülecek ve geri dönmeyecekler” dedi. Zeyd; “Ben şehadet ederim ki o Allah’ın peygamberidir” diye mukabelede bulundu.
Gerçekten de denilen oldu ve ilk etapta Zeyd şehit düştü. Sonra Cafer aldı sancağı. Daldı Mute meydanına. Recezler okuyarak ölümün üstüne üstüne gidiyordu. Sağ elini kestiklerinde o sancağı düşürmemenin derdinde idi. Sonra sol elini kestiler. Bedeni ile İslam sancağını tutmaya çalıştı. Kılıç ve mızrak darbelerine daha fazla dayanamayan Cafer savaş meydanında yere düştü.
Savaş sonrasında cesedini ayıran sahabeler, vücudunda doksandan fazla kılıç, mızrak ve ok yarası tespit ettiler. Peygamber, Cafer’in cenazesi gelmeden evini ziyarete gitti. Cafer’in çocukları Peygamber amcalarına sarıldılar. Peygamber onları bir değişik sevdi. Cafer’in hanımının gözünden kaçmamıştı bu sevgi: “Ana babam sana feda olsun ya Resulullah, neden benim çocuklarımı yetimler gibi seviyorsun? Yoksa Cafer’e bir şey mi oldu?” diye sordu. Peygamber’in gözleri yaşardı. Kadın ağlamaya başladı. Komşular toplandı. Bunca gurbetten sonra tam Medine’ye gelmişken, bu kez dünyadan hicret etmişti Cafer.
Hz. Ali ile evlatları Hasan ve Hüseyin’in ve dahi ehli beytin başına neler geldiğini anlatmaya gerek yok sanırım.
Peygamber hanedanı olmak böyle bir şeydi işte.