1990’da yaşım 23’tü. Allah’a iman etmenin ne kadar zor bir şey olacağını öğrenmek üzereydik. Çünkü o güne kadar; kışın soba başında, yazın damlarda toplanıp, güzel güzel sohbetler yapıyorduk.
Bu sohbetlerde cihad ayetlerini ele alıp, büyük büyük laflar ediyorduk. Bedir’i anlatırken her birimiz birer Hamza oluveriyor, meydanlarda kılıç şakırtılarını duyar gibi oluyorduk.
Abdullah bin Revaha (ra)’ın harp meydanında yaşadığı tereddütleri hayretle karşılıyor; “Yok canım, ben olsam düşmanın üzerine üzerine giderdim” edebiyatını yapıyorduk. Cihad, şehadet gibi kavramlar, sohbetlerimizde iki kelime olarak, çok ucuz bir şekilde ağzımızdan çıkıyordu.
Meğer “Kazın ayağı öyle değilmiş.” Sonradan anladık. Müslümanca yaşamak için kellemizin bir soğan değerinde olması lazımmış. Geç fark ettik. Okuduğumuz ayetleri bağlamından koparmadan öğrenmemiz gerekiyormuş. İş başa gelince fehmettik.
İslami bir hayat yaşamak azminde olanlar dört bir yandan baskı görüyorlardı. “Aman ha dikkat et. Ben senin iyiliğini istiyorum. Bak Vallahi ölüm fermanınız imzalanmış. Tercih senin. İstersen inat eder ölürsün, istersen de vazgeçer yaşarsın.” türü konuşmaları duymayan arkadaşımız kalmamıştı.
Hiç mi etkilenmiyorduk? Evet, söylenenlerden etkileniyorduk. Sabah, akşam; ayakta veya yanımız üzerinde yatarken; yürürken, otururken; arabada ya da yaya hep aklımızda idi söylenenler. Bazen ümitsizliğe kapılıp; “Arkadaş bu iş sana mı kaldı? Koca İslam dinini koruma görevi senin gibi zayıf birinin omuzlarına yüklenemez. Gel sen bu ağır yükün altına girme.” gibi sözlere sığınıyorduk.
Ama suratımıza tokat gibi inen ayetleri görünce kendimizi toparlar gibi oluyorduk. İşte o zaman Tevbe 38’in ne anlama geldiğini acı acı öğrendim: “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda seferber olun” denilince yerinize çakılıp kaldınız; yoksa âhiretten vazgeçip de dünya hayatıyla yetinmeye razı mı oldunuz? Hâlbuki dünya hayatının sağladığı fayda âhiretinkine göre pek azdır.”
Hele hele ayette geçen “Seqaltüm ila’l-ardi” kelimeleri bizi yiyip bitiriyordu. “Ağır bir şekilde yere kapaklandınız, çakılıp kaldınız.” gibi anlamlara gelen bu ibare, bizlere yerden biten meyve sebzeleri, bağ ve bahçeleri andırıyordu. Dünyaya meyletmenin ne menem bir şey olduğu tüm çıplaklığı ile karşımızda idi.
Meğerse cihad ortamı olmadan okunan savaş ayetleri birer kültürel konu imiş. Mücadelenin ortasında kaldığınızda ayetleri yeniden duyuyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Sokakta yürürken sizleri takip edenlerin ayak seslerini duyduğunuzda, Daru’l-Erkam’da gizlice toplanan sahabeyi daha iyi anlıyorsunuz.
Tabi o ara imdadımıza ilahi kasetleri yetişiyordu. Biz bu düşüncelere dalarken, şiirlerinde Mizgîn mahlasını kullandığı için Molla Mizgin olarak maruf Seyda’nın sözlerini yazdığı ve ilahi müzik olarak bestelenmiş bir parça dinledik. Dünya bütün haşmetiyle üzerimize gelirken; “Emê çipkin ji hayatê-Biz hayata ne yapacağız” diyordu Molla Mizgîn. Yani ahiretteki nimetler dururken biz bu dünyanın neyine aldanıyoruz anlamında söylenmişti bu sözler. Derin bir nefes alarak mücadele azmi ile dinliyorduk parçayı. İmanımız artıyor, akdimizi yeniliyorduk.
Tevafuken geçen gün TRT Kürdi’de dinledim bu parçayı. Seslendiren Yusuf Didar isimli biri idi. Parçanın ismi “Nalîna Mısılmane Tê-Müslümanların İniltileri Duyuluyor” diye geçiyordu. Tabi söz ve müziğin kimlere ait olduğunu da yazmışlardı.
Bağlamından koparılmış bu parça bana daha çok dünyayı önemsemeyen ve sülüke girmiş zikir ehlini andırdı. Cihad ile ilgili hiçbir çağrışım yapmadı bende.
Öylesine dinledim işte.