Bu yazı 1 Mart günü yazıldı. Okuyucular 2 Mart’ta okuyacaklar. Yazdığım günü baz alacak olursak; dün postmodern dedikleri, aslında basbayağı darbe olan 28 Şubat’ın 25. Sene-i devriyesi idi.
Küçüklüğümden beri özlü sözlere ilgim vardır. Onun için yıllardır kamyon veya otomobillerin arkasında yazılı olan sözleri okumaya çalışırım. Bazen trafikte tehlike atlatma pahasına da olsa, yine de okurum. Yıllar önce okuduğum ve aklımda mıh gibi kalan bir özlü cümleyi, sizinle paylaşmak isterim: “Güneş doğudan doğar, doğu neden karanlık?”
Geçen gün sosyal medyada özlü değil de, çarpıcı bir cümle okumuştum. Şöyle diyordu sözün sahibi: “Dünya Müslümanlarına yapılan zulümlerin yanında bizlere yapılanları dile getirmeye hayâ ediyoruz.” Kelime kelime yazdığım gibi olmazsa da muhtevası yukarıdaki gibi idi.
Sözün sahibinin pek bir şey söylemeye ihtiyacı yoktu aslında. Yüzündeki çizgiler neler yaşadığını ele veriyordu. Birçok insanın dayanamayacağı işkence izleri okunuyordu gözlerinden. Ancak hayâ “Edip” bunları dile getirmemesi, ayrıca not edilmesi gereken bir davranıştı.
Fakat ben o kadar mütevazı değilim. Bilindiği üzere 28 Şubat darbesi 1997 yılında gerçekleştirildi. Bu ülkenin Batısında yaşayan kardeşlerimiz çeşitli sıkıntılar yaşıyorlardı. Gerek şifahi olarak gerekse de dergi veya gazetelerden okuyarak yapılanları takip etmeye çalışıyorduk.
En çok duyduğum söz “Bana psikolojik işkence yaptılar” şeklindeydi. Yanlış anlaşılmasın, küçümsemek için söylemiyorum. İlk etapta bu psikolojik işkenceyi bir şey zan ediyordum. Meğerse bir taktik olarak uygulanan ve içinde fiziki işkencenin olmadığı bir yöntemmiş.
1998, 1999 ve 2000 yılları geldi çattı. Bu kez sıra bu ülkenin Doğusunda yaşayan Müslümanlara gelmişti. Onlar öyle bir iki kişi değil, öbek öbek gözaltına alındılar. Bu sayının ortalama 20 bin olduğunu söyleyebiliriz.
Onlardan da dinledik neler yaşadıklarını. Neler yaşamışlar neler? Bu kez psikolojik işkence sözünü hiç duymadık. Bizatihi işkenceden bahsediyorlardı. Hani demirin, soğuk suyun, buzun, elektriğin ve ateşin insan etine uygulandığı fiziki işkence var ya, işte ondan.
Derken bir gece, sabaha doğru benim de kapım çalındı. Kervana ben de dâhil olmuştum. İşte o zaman anladım, psikolojik ve fiziki işkencenin farkını. Keşke her gün psikolojik işkence görseydim diye dua ediyordum. Ama maalesef bedenime en iflah olmaz işkence yöntemlerini uyguluyorlardı.
Ben de yukarıda zikrettiğim ve yüzlerindeki hatlardan neler yaşadıkları belli olan zatların yanında kendimden söz etmeye hayâ ediyorum ama dedim ya bazı hususlarda mütevazı olamıyorum işte.
Fakat şu psikolojik işkence çekenler, ne olur siz tamamen susun. İnsan etini oluşturan hücrelerin; elektik şokuna, ateşin yakıcılığına, demir sertliğine, jopun geri tepme kuvvetine karşı refleksi farklı oluyormuş. Hayâ ettiğim ama avazım çıkıncaya kadar haykırarak söylemek istediğim şey şudur: “Falakadan sonra ayak tabanlarımız şişmesin diye dibinde toz bulunan bir leğenin içinde dans etmektense, psikolojik işkence görmeye dünden razı idik ”
Psikolojik işkence görenler, şu fiziki işkence yapan robotvari yaratıkları bir gün görseler ve adımıza şunu sorsalar çok memnun olacağız. Bir nohut tanesini dahi size atmayan bu Müslümanlara bunca eziyeti hangi kinle yaptınız? Öyle ya birinin bir başkasına anlattıklarımızı yapması için geçmişe yönelik biriktirdiği bir kini olması elzemdir.
Ama bu kini oluşturacak bir fiilimiz yoktu. Öylece evimizden, çoluk çocuğumuzun sofrasından alınmıştık. Bunca kin ne ara birikti ki iç organlarımıza sirayet edecek işkenceler uyguladılar?
Bunca işkenceyi yapanlar, hâlihazırda şıpıdık terliklerini giyip emekliliğin tadını mı yaşıyorlar? Yoksa bir yerlerde büyük büyük masalar kapmışlar mıdır?
Psikolojik işkence görenler, lütfen bir cevap verin.